Telefonumun ekranında onun adını görmek tuhaftı. Adı ve soyadı yazılıydı rehberde gerçi ama belki de aramızda resmiyet olduğunu hissetmediğim tek kişiydi. Uzun zamandır haber almamıştık birbirimizden. Aramızda kötü bir şey geçmemişti ama nedense uzaklaşmıştık. Kim bilir, benim anlayamadığım, görünür bir şey olmadığından da sormaya cesaret edemediğim, küçük gibi görünen bir ayrıntı vardı.
“Merhaba,” yazıyordu mesajda. Sıradan selamlama sözcükleri kullanmazdık biz oysa. Doğrudan doğruya konuya girerdik. Ne olursa olsun hep böyle yapmıştık şimdiye kadar.
Ben de merhabasına karşılık verdim mecburen.
“Müsait olduğunda bir yerde oturup konuşabilir miyiz? Ne zaman uygunsun?”
“Tamam, akşam bana gel. Bir çay içer konuşuruz ne konuşacaksak?”
“Tamam, görüşürüz akşam.”
Gönderdiğim soru işareti cevapsız kalmış, bir türlü akşam olmamıştı.
Biraz börek vardı buzlukta. Onu çıkarıp kızarttım, bir de dediğim gibi çay demledim. Ve… Bekledim.
Zili hızlıca ve kısaca çaldı. Sanki çekiniyor; ya da gelip konuşmayı aslında hiç istemiyordu.
Kapıyı açtığımda gerginliğini fark etmemek işten bile değildi. Ayakkabılarını çıkarışı, ellerini çabuk çabuk yıkayışı, hızlıca bana gülümseyerek oturma odasına geçişi, bacaklarını sandalyede devamlı sallayışı. Böreği hızlı ve küçük lokmalarla yemeye çalışması…
“Konuş…” dedim. Ben de sabırsızlanmaya başlamıştım artık.
“Ben evleniyorum…”
“Kiminle? Ben niye tanımıyorum? Yoksa tanıyor muyum?”
“Boş ver… Zaten evlenmeyi hiç istemediğimi fark ettim.”
“EEEE?”
“Çünkü aslında sana aşığım.”
Ama ben ona aşık değildim…