Bir parka gitmiştim bir gün. Herhalde otuz iki yaşındaydım ama gidip bir salıncağa oturmuştum. Tam sallanmaya başlayacaktım ki, beş yaşında; ama ciddiyetine bakılırsa benim yaşlarımda gibi görünen bir çocuk gelmiş ve:
“Abla, biz o salıncağa binmeyiz,” demişti. Nedenini sorunca başını iki yana sallayıp öylece gitmişti. İstifimi bozmadım ve sallanmaya başlamıştım. Keşke çocuğu dinleseydim…
Sallanmaya başlar başlamaz, etrafımda tuhaf gölgeler görmüş, acayip sesler duymuştum. Sanki beni fark etmelerini sağlamıştım salıncakta sallanarak. Ardından da yakamı bir türlü kurtaramamıştım onlardan. Sanki o salıncakta işaretlemişlerdi beni ve ondan sonra hayatımın her anında onları gözümün kıyısında görür, kulağımın kıyısında tuhaf seslerini işitir ve dokunma mesafemin kıyısında bana değen rüzgarlarını hisseder olmuştum.
Bir kaydıraktan söz ediyorlardı hep. O kaydırağın yerini tarif ediyorlardı kötü huylu bir pusula misali. Nerede olursam olayın, kendilerini güncellemesini biliyor, hep o kaydırağın yerini tarif ediyorlardı.
Kendi evimin yerinden daha iyi bilir olmuştum orayı artık ama bir türlü gitmeye cesaret edememiştim.
Bir gün, her şeye ve herkese kızdığım bir gün, o kaydırağın olduğu yere gidip oradan kaymayı ve olacak olanı beklemeyi planladım. Aslında planlamadım. Buna bir anda karar verdim. Bir anda itildim.
Demirleri harikulade sarmallar çizen, borulu bir kaydıraktı bu. Merdiveninden çıktım ve hiç düşünmeden kendimi borunun içinden aşağı bıraktım.
Ve sesler, gölgeler, o korkunç rüzgar… öylece gitti.