Resim ve heykeller yapardı. Onun diğer ressamlardan ve heykeltıraşlardan farkı, yapmak istediği resme ya da heykele, yapmak istediği şeyin karar verdiğiydi. O sadece bir aracı, bir kuklaydı. Tüm sanatçılar söylerdi bunu; ama onlar benzetme olsun diye söylerlerdi. Ya da sadece öyle hissettikleri için… Oysa onun için durum tam da böyleydi.
Bir şey yapmak istediği ya da yaratılmak isteyen şey çıkmak istediği zaman, zihnini bir ses işgal ederdi. Tıpkı şizofrenlerde olduğu gibi… Aslında bu sesler, çoğu şizofrende olmayacak kadar amaçlı ve tutarlı olurdu.
Ses söylemeden önce, yapacağı şeyin bir resim mi yoksa heykel mi olacağını bile bilmezdi. Malzemeyi bile…
“Bir kağıt al,” dediğinde bile bir resim yapacağına emin olamazdı. Bazen kağıdı yapacağı bir heykelin malzemesi olarak bile kullanabilirdi söz gelimi.
O gün de bir ses bölmüştü uykusunu.
Birkaç kelimelik komutlarıyla, iğne deliği fotoğraf çekmesini sağlayacak, ilkel bir karanlık kutu yaptı ve yine sesin komutlarıyla, kaç kilometre olduğunu bilmediği, yorucu bir yürüyüşten sonra; her nasılsa kesilmemiş birbirinden büyük on bir ağacın kümelendiği ferah bir alana geldi. Büyük şehirde yer alan bir parktaydı.
Ağaçların hepsine de aynı uzaklıkta olabilecek bir yere gelip; sesin almasını söylediği film bitene kadar pozlar çekti.
Evine gitti ve karanlık odasında filmi banyo etti. Ses her adımında onu yönlendiriyordu her zamanki gibi.
Fotoğrafa baktığında, her pozda kendisinin çeşitli durumlarda kopyalarını görmüştü. Atletik bir vücut yapısıyla, şişman haliyle, silahlıyken, çırılçıplak ve zayıfken, ölmek üzereyken, bir atın, bir arabanın, bir bisikletin, bir tekerlekli sandalyenin üzerindeyken, göremediği birileriyle konuşurken, gülüyorken, ağlıyorken, flüt çalıyorken, hiç görmediği bir şey içiyorken…
Bu kareleri gördüğünde anlamıştı seslerin sahiplerinin kimler olduğunu.