Kitapları yakmak bana her zaman zevk vermiştir. Bedelsizce çoğaltıldığı sanılan, bir sürü ağacın yok olmasına mal olan kitapları…
Hoş, benim çözümüm zerrece doğru değil; ama… Kitap kadar sevilen bir şeyin, sevilmesi gereken bir şeyin, ağaçları yok ederek oluşturulması… Haksızlık… Büyük balık küçük balığı yer, hareketli canlı, hareketsizi keser…
Böyle gider bu…
Neden?
Neden böyle gider?
Bir sürü farklı çözüm varken; neden ağaçlar kadar kadim canlılar yok olur bu uğurda?
Yakmak doğru değil, evet biliyorum ama ne doğru ki? Bir paradoks oluşmuyor mu yaşadığımız her saniyede?
Mis gibi koktuğunu söyler insanlar kitapların. Bana göreyse leş kokarlar.
Duman da öyle… Ateş de öyle…
Peki neden böyleyim ben? Neden yakmayı seviyorum?
Adi bir kundakçıdan başka bir şey değil miyim; yoksa…
Yakabilseydim eğer…
En çok neyi yakmak isterdim bilir misiniz?
Altın kaplamalı zippomla, bu da bir paradoksun bir parçası biliyorum, ilk kıvılcımın nerede büyümesini dilerdim?
Kendi kitaplığımda… ama bunu yapmam hiçbir işe yaramaz, biliyorum bunu.
Çünkü, o kitabı asla unutamayacağım! Sadece bende olan o kitabı… Bir ağacın leşini rahatsız etmeden yapılmış, o kitabı…
İçinde ne yazıldığını başka kimseye anlatamayacağım, istesem de yapamayacağım o kitabı…
Belki de… bunu deneyebilir, sonra da yakmaya, unutmak bilmez zihnimi koruyan buklelerimden başlarım.
Bir otomatta galiba galeta almaya çalışırken önüme atmıştı makine.
Galetayı kitaptan sonra lütfetmişti. Kitap kenevirden yapılmıştı. Bildiğimden değil, kitap söylüyor… Yani yazıyor…
Kapağında:
‘paradokslar…’
yazıyordu ve evrendeki tüm paradokslar, kitapta listeleniyordu… Uzun uzun anlatılıyordu ve kitap her paradoksta, büyülüymüşçesine, -müşçesine demek fazlaydı, değişiyordu.
Kitabın kendisi de bir paradokstu ama.
Yandığında kenevir leşi kokacaktı. Ya da her sayfada…
Gerçi bu da arka kapakta belirtilmişti.