Tramvayda oturmaktaydım. Karşılıklı koltuk grubunda yer bulabilmiştim. Dolayısıyla karşımda birisi oturuyordu. Bir adam…
Çok tanıdık görünüyordu. Çok fazla tanıdık… Hatıralarımın ufuklarında bir yerlerinde, asla anımsayamayacağımı düşündüğüm bir yerinde ikamet ediyordu adamın siması. Sadece siması da değil. Cüssesi, muhtemelen sesi. Test etmek için, ayağımla ayağına çarpıp;
“Pardon,” diyerek
“Önemli değil,” demesini sağlamayı planladım önce.
Yok yok, o “Önemli değil,” demezdi bence.
“Ayıbettin güzel ablam ya, ne olacak…” falan derdi.
Evet!
Aynen öyle dedi. Tamam da ben nereden biliyordum bunu?
Adını sordum. Garipsemezdi beni, biliyordum, hissediyordum.
“Ömer Cafer…”
Ömer Cafer… Ömer Cafer… Ömer Cafer…
…
Ama olamazdı ki! Yani mutlaka başka bir Ömer Cafer olmalıydı; çünkü o olamazdı.
O benim on yaşlarıma ait bir hatıraydı. Adaletin olduğuna inandığım, onunla samimiyetle oynadığım; ama asla onu küçümsemediğim, hafife almadığım zamanlarıma aitti.
O bir hayaldi, hayali bir karakterdi yarattığım. Bir orgum vardı o zamanlar çıkarttığı seslerden birisi görünmez, adsız bir kızın yazdığı bir daktilonun sesi olan. Hâkimcilik oyunlarımın başrollerinde oynayan iki şey vardı zaten. Bir o orgun daktilo sesi, bir de müstakbel sanığım Ömer Cafer.
Onlarca, yüzlerce duruşmada; onlarca, yüzlerce suçla suçlanan, hepsini de aynı hayatta yapmanın bir yolunu bulan Ömer Cafer…
“Yine mi sen oğlum Ömer Cafer!” derdim her defasında.
O yorgun ve bıkkın, muhtemelen kırklarının sonunda bir kadının sesini yapmaya çalışan on yaşındaki sesimle.
Tiz, kısa boylu ve fıldır gözlü bir adamın sesini yapmayı deneyen on yaşındaki sesim karşılık verirdi:
“Naabalım be abla…”
Patlıcan moru burnuna bir fiske vururdum bazen. Severdim Ömer Cafer’i ne olursa olsun.
“İçme be oğlum. Hep bu meretin yüzünden oluyor senin vukuatlar, anlamıyor musun!”
Ömer Cafer belki de adaletin son kötü olmayıp abidik olmayı beceren kahramanlarındandı. Belki de onun için severdim onu. Hayali de olsa son numunelerdendi.
İşte şimdi tramvayda, hem de İstanbul’da karşımda görünce şaşırmıştım.
Otuz yaşlarıma başlamama sekiz-dokuz ay kalmıştı. Bir yıla girmeye yaklaşık üç gün…
“Senin ne işin var burada oğlum Ömer Cafer? İzmir’de değil miydin?”
bana baktı, tanımamıştı galiba. O abidik ifadesi gitmişti. Utangaç bir hal gelmişti. Burnu artık patlıcan moru değildi. Allah Allah… İçkiyi mi bırakmıştı bu adam görmeyeli?
Zar zor anımsadı o da beni, anımsadığı anı anlamıştım. Burnu eski morluğunu hatırlarcasına renklenmişti sanki.
Duruşmalardaki o serkeş hallerini anımsatır bir yamuk gülümseme fırlattı:
“Haaa… Ablaa! Naabıyosun yaa?”
“Bıraktım o işleri ben oğlum Ömer.”
“Hadeaa! Senden iyisi yoktu be ablam. Kötü olmuş bak şimdi.”
Gözleri daldı.
“Ama iyi yapmışsın. Artık… Artık olmazdı zaten ablam, bize suç işlemek de; yargılamak da haram oldu şimdi…
İyi yapmışsın iyi…”