Kendi tasarımı olan bisikletinin direksiyonuna hafifçe abanarak her gün hızla geçerdi o yoldan. Kısa boylu ve tıknazdı. Yaz kış sağlam bir hasır şapka takardı. Ağzında eğreti duran sönmüş bir pipo bulundururdu.
Bazen dişlerinin arasında bilinçsizce çekiştirirdi piposunu,bazen de sağ ya da sol yanağına sıkıştırırdı onu.
Her zaman kot pantolon ve kalın bir kazak giyerdi. Kazağı genelde siyah olurdu. Kot pantolonu da buz mavisi. Tertemiz giyinirdi. Yuvarlak bir yüzü vardı adamın. Yeşil gözleri… Bembeyazdı saçları.
Genelde aynı saatlerde görünürdü. Her sabah, saat tam 06.30’da orda olurdu. Bilirdim bunu ve gözlerdim yolunu.
Bir acayiplik vardı onda. Dalgın ama yine de her an kahkahaya dönüşmeye hazır gülümsemesinde, pedallara basışında, Gidona yarı abanışında… Beni merakın batağına çeken bir gariplik… Her gün onun için tatlı uykumdan olup koşa koşa o yolun başında onu beklerdim. Aileme onun için dersimin 07.00’de başladığı yalanını bile söyleyebilmiştim. Her ne kadar kitabımda yalan söylemeyi küçüklük olarak belirlediysem de onlara o adama olan ilgimi söylemek istememiştim işte ve bir küçüklük yapmıştım bir kere. Üstelik bu yalanım zamanında uyanamadığımda zorla uyandırılmamı ve o adamı görmekten mahrum kalmamamı da sağlıyordu.
Adamın ne zamandan beri o yoldan geçtiğini bilmiyordum; ama ben tam 2 yıldır onu izliyordum.
O zamanlar uzak bir evde oturduğumuz için mecburen 06.00’da kalkıyor ve 06.30 civarı o adamın geçtiği yoldan geçiyordum. Adamı ilk gördüğümde merakımı celp etmişti ve şans eseri ikinci kez aynı saatte oradan geçtiğimdeyse merak takıntı haline gelmeye başlamıştı bile.
Belli bir zamandan sonra adam da fark etmişti beni. Nasıl fark etmesindi ki, onu görmem için ona görünmem gerekiyordu doğal olarak ve çoğu zaman ister istemez yakından görüyorduk birbirimizi. Bazen ona yetişmek için koşa koşa yolun başına giderken birbirimize rastlardık ve onu görür görmez zınk diye durur, arkasından öylece bakardım. Bazen adam tam yanımdan geçerdi ve ona merak ve muhabbetle baktığımı görmemesi için kör olması gerekirdi.
Gerçi bu muhabbet sadece bakışlarımda gösterirdi kendisini. Bisikletini durdurmasına kıyamadığımdan mıdır, o kendine dalmışlığını bozmak istemediğimden midir bilinmez, bir türlü cesaret edememiştim bir konuşma başlatmaya. Hatta doğrudan doğruya gülümseyememiştim bile ona.
Bununla birlikte, bazen o beni fark ettiğini bildirmek ve belki de beni selamlamak için bisikletinin zilini hafifçe çalardı tam yanımdayken. “şrın şrın…”
Gözlerini dahi kaldırmazdı bunu yaparken; ama ben benim için yapılan bir şey olduğunu bilirdim.
***
O gün, yine uyku mamuru ama ilk günkü merakla, yolun başında onu bekliyordum. Yolda değildi gözlerim. Saatteydi… Saat henüz 06.26’ydı. Aniden arkamda bir zil sesi duyuldu…
“Şrın şrın…”
Bir göz açımı bile sürmeyen bir hızla arkama döndüğümde, bisikletinin selesine oturduğu halde ayaklarını yere koymak suretiyle bisikletini dengeleyip bana bakan adamı gördüm.
Çok ilginçti! Kesinlikle biliyordum ki, adam beni beklemişti. Artık o zili benim için çaldığımdan da kesinlikle emin olabilirdim! Çok mutluydum…
Sonunda adama resmen gülümseyebildim. O zaten gülümsemekteydi. Ağzındaki pipo bu kez yanmakta ve piponun harikulade kokusu burun deliklerimi doldurmaktaydı. Gözlerim hasır şapkasına iliştiğinde garip bir şey fark ettim. Siyah bir kertenkele şapkadaki bir süsmüşçesine kıpırtısız durmaktaydı şapkanın siperliğinde.
“Bir kertenkele değildir o! Bir semenderdir…”
O kadar bariz bir soruydu ki gözlerimdeki, şapkasındaki yaratığı merak ettiğimi nerden anladığını merak etmemiştim; ama acaba nereden anlamıştı onun semender olduğunu bilmediğimi?
“Onun semender olduğunu bilseydin daha büyük bir saygıyla bakardın ona… Saygı yakışmaz mı ateşi aşan, ateşte yaşayan bir canlıya?”
Aniden semender hafifçe adamın piposuna doğru yürüdü ve adamın ona doğru uzattığı piponun haznesine kafasını sokarak bir miktar yanan btütünle karışmış külü diliyle ağzına çekip yerine geri döndü.
Adam muhabbetle gülümsedi semenderine ve devam etti sözlerine:
“Aslında bir sineği afiyetle yiyen bir kurbağaya da bu semendere gösterdiğim saygının aynısını gösterebilirim. Bir petek bal yapan arıya da, Bir tavşan kadar canlı olmasına rağmen bir taş kadar hareketsiz olan ağaca da… Çünkü bir sinek bize mide bulandırıcı gelir; ama bir kurbağa için muhteşem bir şeydir. Bizim kusmuğumuz mide bulandırıcıdır; ama arınınki baldır, tatlı ve yararlıdır.
Biz sabırsız yaratıklarız, oysa ağaçlar sabırlıdır ve onlar bizim yapamadığımızı yapıp besinlerini kendileri üretirler.
Yine de çoğu insan semenderi daha fazla saygıya layık görür. O ateşte yaşayabiliyordur çünkü ve bu imkansızdır onlar için. Sembolleştirirler semenderi… Aşklarının onları semender kadar ayrıcalıklı yaptığını düşünürler. Ama pek azının aklına gelir bir kurbağaya özenmek.
Bir arıya görece daha fazla saygı duyulur; ama pek azı özenir kusmuğunun bir arının balı kadar tatlı olmasına…”
Aniden güldü kahkahalarla. Gülüyor, gülüyor, gülüyordu. Soluksuz kalmıştı adeta. piposu ağzından düşmüştü. Şapkasındaki semender huzursuzlanmakta, oradan oraya koşmaktaydı.
Önemli bir şey söyleyeceğimi sandın değil mi? Tam iki yıl bir ay beş gün bunu umarak gözledin yolumu değil mi? Sen şu ölümsüz hayatımda rastladığım bin iki yüz seksen dördüncü romantiksin…
Zavallı romantik!”