31.05.2018

Kalın, boğumlu, parlak gövdeli bir ağaçtı. Muhtemelen zeytin ağacıydı; ama meyve vermiyordu ne hikmetse. Çok yaşlı ve harap görünüyordu. Azametin ve köhnemişliğin bir arada bulunduğu bir garabetti. Haraplığı bile üzerinde ihtişamla taşıma ayrıcalığı bahşedilmişti ona sanki.
İşte o ağacın kuru bir dalından oymuştum kavalımı. Çaldığım vakit sallanırdı yaprakları; ama kimse, ben ve o hariç hiçbir varlık nefesimin sesini bile duymazdı. Ben, sadece kavalın fısıltılarını işitip ona göre çalardım. O ise, duyulacak; duyulması gereken, duymak istediği her şeyi duyardı. Ne duyduğunu bilmezdim ama önemsemezdim. Benim işim çalmaktı.
Çaresiz olduğum bir gün, gittim yanına, aldım elime kovuğuna gizlediğim kavalı, çalmaya başladım. Ciğerlerimle değil ruhumla üflüyordum adeta. Bu kez kulaklarıma gelen bir fısıltıdan çok uzaktı, bir gümbürtü, bir kükremeydi.
İşte o an, toprağı köklerinden silkip hareketlendi. Artık ihtiyacı yoktu… ne kavala ne de onu çalan bir nefese.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir