Ölmeden birkaç dakika önce, onun için seçtiğim ismi babasına fısıldamıştım. Hayatımda ilk defa söylediğim bir şeyi kabul edeceğini beklemesem de öyle yapmıştı. Oğluma Mirza ismini vermişti. Aslında öldüğüm için onun oğluydu. Ve o vermemiş, sadece kimliğine yazılmasını sağlamıştı. Onu sıcak su ve bişastayla besleyen, altını değiştiren de o olmuştu. Evet, onun oğluydu. Ama ben isteyerek ölmemiştim ki!
Fakir bir aile olsak da Mirza ismini çok severdim. Yani onun soylulukla ilgisi bile yokken soylu anlamına gelen bir ismi olması sadece boşbir umudun tezahürüydü.
Yakışıklı da değildi. Kof bir tombulluğu vardı. Ama çalışkandı. Onu yaptığı her şeyde izlerdim. Su satar, ayakkabı boyar, ders çalışırdı. Bazen eşya da taşırdı. Yavaş yavaş vücudundaki kof tombulluk, yerini güçlü kaslarla gelen sağlıklı bir cılızlığa bırakmıştı.
Herkes yaptığı spor hakkında sorguya çekerdi onu. O ise, yoksulluğun verdiği aşırı mütevazılıkla dolu, saçma sapan bir gülümsemeyle hiçbir şey söylemezdi.
Onu izlediğim yerden:
“Haydi be oğlum! Biraz kendini göster. Sanıyor musun ki bu kadar sessiz olursan sana değer verecekler!” diye bağırsam da sesim bile çıkmazdı.
Ah annelik! Sağken bile zordu, nerede kaldı bir hayaletken anne olmak!
Aslında mimar olmak isterken herkes fıtbol oynamasını önerdiği için okul takımında, hücum oyuncusu olarak oynamaya başlamıştı. Her zaman en ortada oynuyordu. Pek istemediği şeyleri yapmak konusunda cesurdu. Santra oynardı ama pergelle bir daire çizmek için dairenin santrasını oluşturacak noktaya pergelin ucunu batıramazdı. Oysa asla giremeyeceği lüks evler tasarlayabilecek kadar becerikliydi.
Ah yavrum! Çabuk yaşlanacak, benim gibi mutlu olamadan ölecekti. İşte bu fakirliğin bir tezahürü değil miydi?
Yapabilecek durumda olsak bile asla mutlu olabileceğimize inanmadan ölmek…