Kalkar kalkmaz kendime kete yapmaya koyuldum. Hemencecik hamuru hazırlayıp mayalanmaya bırakacak, ardından diğer işlerimi yarım saat içinde halledecek ve hamuru açıp müstakbel ketemi pişirmeye başlayacaktım.
Bugün boş günümdü. Aslında kendi kendimin patronuydum ve ne zaman istersem o zaman boştum; ama ben disiplinli bir patrondum. Pazartesi günlerini tatil ilan eden bir patron…
Eh, tatilde elime süpürge alıp temizlik yapmayacaktım tabii. Kete başkaydı. O benim zevkimdi. Yumuşak hamurun mayayla kabarmasından onu ellerimle açmaya, fırında piştiğindeki kokusunu solumaktan afiyetle yemeye kadar her aşamasını seviyordum.
Kete babamın hatırasıydı. Amerikan filmlerindeki gibi gülen krepler yerine, dümdüz açılmış keteler yapardı bana rahmetli babam. Yusyuvarlak olurdu her biri. Sonra vişne reçelinden aldığımız iki vişneden gözleri, kuru kayısıyı uzun ince keserek dudakları yapardık. Dairenin ortasına konduruverirdik öylece. Sonra da vişne reçelini dökerdik üstüne. Sonra da bir güzel yerdik. Vişne reçelini de babam yapardı kendi elleriyle.
Bugün, onun ölümünün yedinci yılı olacaktı. Bu günler hep yağmurlu olurdu.
Keteler hazırdı. Artık vişne reçeli yapmak da bana düşmüştü. Kavanozdan iki vişne aldım, kayısıları kestim ve onları olmaları gereken yerlere koydum. Sadece biraz tuzla yiyordum bu vişne reçelli keteyi artık. Tek fark buydu.
Yedikten sonra kalktım ve geri kalan keteleri paketleyerek alt kattaki komşuya götürdüm. Onlara da aynı şeyin tuzsuz versiyonunu yapmıştım.
Sevinirdi Nalan Abla’nın çocukları da. Hatta birisini Orhan Abi’nin bile yediğini görmüştüm. Göz yerine geçen vişnelerin çekirdeklerini nasıl da birbirlerine atıyordu keratalar…
Ne yapayım, keteyi babamın yaptığı gibi hazırlayıp şakalarla sunacak başka kimsem yoktu. Babam izliyorsa kesin bana gülüyordu. Özellikle kardeşine gülen Ali’nin ağzındaki lokma tam yüzüme geldiği an…
Ben de gülmüştüm o zaman. Olaya değil de; babamın o güneşi bile gülümsetecek kadar dolgun, gerçek kahkahasının hayaline…