“Maden olan yerde ot bitmez.”
Doğru muydu bilmiyordum; ama o bunu söylemekten büyük bir haz duyuyordu. Buna inanıyordu. Keldi ve akıllı olduğunu düşünüyordu. Kel oluşunun da bunun göstergesi olduğuna inandırmıştı kendisini. Oysa o…
O daha çok iş bitiriciydi, pratikti, kurnazdı. Pek iyi birisi olduğu söylenemezdi. Kötü de değildi; ama iş bitirmek, doğru olmaktan, doğru şeyleri yapmaktan daha önemliydi onun için. Böyle olduğundan da doğruluğu, doğru yolları, neden-sonuç ilişkilerini, gerçeği… pek önemsemezdi.
O sabah da sigarasından bir nefes çekerken maden ve kafası arasındaki ilişkiden bahsetmişti büyük bir gururla. Hangi madendi bu? O kadar zamandır ilk defa merak etmiştim. İşte böyle ayrıntısız bir adamdı. Madenin ne olduğu umurunda değildi. Hikâyesi yoktu bu adamın.
Hoş, ben bu kadar zamandır ancak merak ettiysem ben nasıl bir insandım?
Bu soruyu yutarken; o da sigaraya yine zam geldiğinden bahsediyordu homurtuyla. Canım sıkılmıştı. Bıkmıştım… Her şeyden… Sesinin tonundan, homurtusundan, sigarasının kokusundan, kıyafetlerinin hep koyu renk oluşundan… En çok da git gide ona benzeyişimden…
Kahvaltısını önüne koyduğumda sigarasını içmeye devam ederek çayını eline aldı. Külü de çay tabağına…
Kaç kere! Kaç kere söylemiştim kül tablasına silkmesini. Ona kendi ellerimle bir kül tablası bile yapmıştım. Espri olsun diye süslü bir çay tabağı gibi şekillendirmiştim hatta.
Anlamamıştı; ya da anlamazdan gelmişti.
Ah! Esprilerim de bana benzemişti…
Sigarası biter bitmez peynirini eline almış, ekmeksiz yemeye başlamıştı. Çatal matal hak getire… Sigara kokan ellerle peynir yemek! Nasıl oluyor da iğrenmiyordu?
Gözlerini yüzüme çevirdi birden…
Yüzümdeki tiksintiyi fark edeceğinden korkmayalı ne kadar olmuştu?
“Yarın o gelecek.”
“Kim?”
“Seninki.”
Birden yüzündeki kırgınlığı fark ettim. Öyle ya, o; “Seninki,” dediğinde kim olduğunu sormaya gerek görmemiştim.
Susmuştuk…
Sonra da gürültüyle osurmuş, kahvaltısını bitirmiş ve beni daha az yalnız ve her zamanki gibi yanlış bırakıp gitmişti.
O işine gitmiş, bense; çalıştığım derginin bulunduğu binaya kadar hızlı hızlı yürümüştüm. Her adımımda benden bir ısırık daha alan soğuk varlığımı tüketmeden oraya varmayı umarak…
…
Akşam iş çıkışında sabah bana odun gibi davranan kendisi değilmiş gibi, kapının önünde beni beklediğini gördüğümde şaşırmıştım.
Soru dolu bakışlarıma patronun arabasını göstererek cevap vermişti.
Yok yok, o patronun arabası değildi. O onun arabasıydı. Sürücü koltuğunda o olduğuna göre…
Peki neden birlikte gelmişlerdi? Neden söylediği gibi yarın gelmemişti de…
Sürücü koltuğundan hiç kalkmamıştı. O da; beni arabaya doğru yönlendiriyordu. Tuhaftı.
Eğer bitirecekse, benden vazgeçecekse, ona gitmemi kolaylaştıracaksa… Çok geç kalmıştı. Evet, arabanın sürücü koltuğundaki adamın benimki olduğunu, yani onun öyle bildiğini ve buna alıştığımı biliyordum; ama eğer o gerçekten benimki olsaydı…
Benim olan hiçbir şey yoktu aslında. Sadece onun acı çekmesi, benden uzak olması işime geldiğinden…
Evet, acımasızdım ben. Kime neydi?
Diğeri de paşalar gibi oturuyordu arabada. Salak…
Arabanın radyosundaki saçma sapan bir kanaldan da; cayır cayır, seçilmemiş, sevilmemiş müziğimsi bir şeyler çalıyordu. Açık camdan duyabiliyordum. Ben olsam, sevmediğim bir şeye tahammül etmezdim.
“Hadi oradan be!”
Olsun, en azından artık etmeyecektim.
Eve hızlı adımlarla gidip eşyalarımı alacak, iki radyoyu da kapatacaktım.