“Çekoslovakyalılaştıramadıklarımızdan mısınız?”
Allah’ın bir garibi, bunu devamlı söyleyerek meydanda daireler çiziyordu. Daha doğrusu sorarak… Herkese, çoğu zaman da boşluğa…
Elinde bir kırbaç, kazayla cevap verdiğin an… Bereket ki denk getiremiyordu. Belki de isabet ettirmek gibi bir derdi yoktu. Zaten kimse cevap vermiyordu ki… Ben bir kere cevap vereyim dedim, o anda da kırbacı yedim. Yani hemen hemen…
Ne zaman meydana gitsem rastlıyordum ona. Her gün orada mıydı; tesadüfen mi karşılaşıyorduk, bilmiyordum. Beni rahatsız eden, ses tonuydu. Hep aynı ton… Devamlı aynı ton! Sanki bir hatip konuşmasına başlıyor, sanki bir şair yazdığı bir şiirin ilk dizesini okuyor, sanki bir politikacı, hiç tutmayacağı bir sözü vermeden önce doğru birtakım sözler etmek için konuşmasına giriş yapıyordu. Henüz içine yalan katmadığı sözler…
Dizlerimde derman kalmadığı bir anda yine rastladım ona.
“Çekoslovakyalılaştıramadıklarımızdan mısınız? Çekoslovakyalılaştıramadıklarımızdan mısınız? çekos…”
O an, kırbacı elinden nasıl kaptım, nasıl bana göre sol, ona göre sağ yanağına kırmızı bir iz bıraktım… bilmiyorum. Kırbacı eline tutuşturduğumda, ağlayarak:
“‘Evet, siz Çekoslovakyalaştırdıklarımızdansınız,’ dedi”
Sonra da kırbacıyla diğer yanağına aynı izi bıraktı.
Eh, teselli olacak mı bilmiyorum; ama bir daha onu hiç görmedim.
Sizin için bir teselli olduysa bile, benim için olmamıştı.
Onu görsem… Ya da daha iyisi; zamanı geri alsam, tıpkı onun yaptığı gibi, kırbacı sadece şaklatmakla yetinirdim.
Ah…
Evet, kesinlikle kırbacı elinden alırdım ama.