Birkaç haftadır müdavimi olduğum barda oturmuştum. Şu eski para atılarak çalıştırılan müzik kutularının daha teknolojik versiyonlarından vardı. Ben de o yarımlaşamamış, sadece bozuk paranın ucunu alabilecek kadar yarımlaşmış ağzına devamlı bir liralık lokmalar tıkmak suretiyle besliyordum onu. O yarım yuvarlaklaşmaktan aciz ağzı, ben para tıktıkça büyüyüp olgunlaşmayacaktı. İstediğini veriyorduk nasılsa. Neden değişmeye, evrimleşmeye gerek duysundu ki?
Her bir lira, üç şarkı ederdi ve ben her üç şarkı çalma hakkımı tek tercih yapmak için kullanıyordum. Eh, belki ağzı yarım yuvarlak bile değildi; ama ben ona bir verirken o bana üç veriyordu. Hakkını vermek gerekti alete. Bir toprak değildi; ama toprak olsa ne yazardı…
İşte bakın, elimdeki viski yarılandıkça düşüncelerimin halini görüyor musunuz?
“Sayende büyüyorum işte, ne var bunda? İçeceksin tabii.”
İşte kulağımın arkasındaki tırtıl böyle diyor. O küçücük siyah noktası, yani kafası odur diye düşünüyorum hangi kulağımın arkasında olmak isterse oraya gider. Kulağım ve iki kulağım arasındaki hafif kavisli; ama düz patika dışında hiçbir yere uğramaz. Şimdi sağ kulağımda. Sevap yazan melek görevinde şimdi. İyimser…
Evet, ben içtikçe o büyüyordu; çünkü içtikçe ona gıda temin etmiş oluyordum. Diğerleri gibi yaprakla beslenmiyordu. Boş, tekrarlanan düşünceler… Epeyce semirmişti. Bazen kafamda düşünce olmamasının tek sebebi oydu. Eh, boş düşünceleri yiyince…
“Şarkı bitiyor, doyursana aleti? Bak şu adam hareketlendi, galiba o…”
“Bıktım aynı şarkıdan.”
“Ama ben bıkmadım… Dolayısıyla sen de bıkmadın.”
“İnsanlar bıktılar be, bana ters ters bakıyorlar.”
“Boş ver onları. Onlar da öğrensin. Her şey yalnızlıktan…”
“Zaten bunu şarkı söylüyor, o yankılı sesinle bir de sen başlama… Beynimin içine ettin!”
“Yemem gerek, beslenmem gerek… Hem bu senin de çıkarına. Haydi, lütfen! Besle şu aleti!”
“Neden? Bu şarkı anlamlı bir şarkı oysa…”
“Anlamlı olduğu için zaten… Ben gıdamı aldıktan sonra sana kalan anlamı olacak… Haydi!”
…
“Sağ ol ortak…”
“Biz neden ortağız peki?”
“Ben senin öküz kakan kuşunum. Zihnindeki asalakları yiyip seni rahat ettiririm, biliyorsun zaten.”
“Tamam da neden herkesin bir öküz kakan kuşu yok? Neden başkasında senden yok?”
“Bilmem, Ben yumurtadan çıktığım anı bile hatırlamıyorum ki. Hatta bir yumurtadan çıktığıma bile emin değilim.”
…
“Aşk yok mu gerçekten sence?”
“Ona göre yok. Haklı nedenleri de var üstelik.”
“Peki sence?”
“Bence de yok; çünkü sence de yok. Bana niye soruyorsun ki?”
“Belki var diye düşünüyorumdur. Belki… Bilinçaltımda… İnanıyorumdur.”
“Sen o tür şeylere inanmazsın, bilmiyor musun? Sen…”
“Ben?”
“Sen aşkın neden-sonuç ilişkilerini darmadağın ettiğine ve aklı boşu boşuna buğulandırdığına inanırsın. Aslında, sen aşka inanırsın; ama kendini bilen aşka… Zaten şarkı da ona “Artık yok,” diyor bence. Yani sence.”
“Peki suça ne diyorsun? Var mı sence? Yani bence?”
“Zihnini çınlatmamak için gülmüyorum bak.”
…
“… Şu mermerin çatlağından uzak tut tırnaklarını da; kendi zihninin çatlaklarına odaklan, çatlak!’
‘Kusuru seviyorum, biliyorsun. Dümdüz mermerde, o pürüzsüzlükte… Şu güzelliğe baksana!”
“Hadi hadi… Ben tıka basa doydum. İç bir kahve de gidelim.”
“Söylesene, sen ne zaman kelebek olacaksın? Nasıl bir şey olacağını çok merak ediyorum.”
“Bilmiyor musun?”
“Neyi?”
“Ne zaman kelebek olacağımı…”
“Yoo.”
“Ohoo, sen zom olmuşsun be kızım, haydi gidelim artık. Yarın iş var…”