Burası bir sahil kasabası. Sahil kasabaları nasıl olur? Özellikle balıkçılıktan başka geçim kaynağı yoksa… Yoksul olur tabii.
Güneşten kapkara olmuştur bura insanının teni. Tuz kurutmuştur… Tepeme binen güneşe bazen yumruk sallamak gelse de denizin kokusu mutlu bir adam olmam için yetip artar. Yorgun ama mutlu… Bir de ağlarımda balık olursa…
***
Sepetimi alıp balık satmaya gittiğim bir gündü. Yani her zamanki gibi bir gün. Balık satmak için kilometrelerce yürürdüm. Ayaklarım su toplardı. Kollarımda sepeti saatlerce taşıyacak gücü bulmak mucizevi bir şey olurdu. Dinlenmek, işkenceyi uzatmaktan başka bir işe yaramayacağından, bir balıkçının o sabır dolu yoğun bekleyişini takınmasam, bu sıcağa ve sepetin ağırlığına tahammül etmem mümkün olmazdı. Tekneden, avladığım balıklar arasından satacağım balıkları seçip sepete doldururdum. Anam her defasında arkamdan su dökerdi. Denizden kovaya doldurup saklardı sırf arkamızdan dökmek için.
“Bir balıkçının arkasından her zaman deniz suyu dökülmeli,” derdi anam. Oğlum küçüktü. Daha bana yardım edemezdi. Balık tutmaya birlikte gitsek de gönlüm o sıcakta tuttuğumuz balıkları satmak için onu götürmeye razı olmazdı. Onun için o ninesiyle evde beni beklerdi.
Anasını mı soruyorsunuz? … Sormayın…
***
Sepet elimde, tekneye gidiyordum ki, kardeşim, yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmemiş, ana-baba ayrı kardeşim Hüseyin yolumu kesti.
“Hayırdır, teknede az balık gördüm bugün.”
“Kısmet…”
“Bir levrek tuttum, aklın şaşar valla görsen.”
“Kısmet… Satacak mısın?”
“Bugün biraz başım ağrıyor. Güneşe çıksam şuracığa yıkılır kalırım. … Sana versem de sen götürüp satsan? Yarı yarıya bölüşürüz…”
Esasında kısmet bölüşülmezdi ama biz suyu-ekmeği bölüştüğümüz gibi kısmetimizi de bölüşürdük Hüseyin’le.
“Peki, dedim. Kendi balıklarımı sepete yerleştirdikten sonra onunkini almak için tekneye gittim. Balığı görmemle tuttuklarımı onun teknesine boşaltmam bir oldu. O kadar büyük bir balıktı ki, koskoca sepete sadece o sığabilirdi. Aldım sepeti, koyuldum yola.
Bugün hava serindi. Hüseyin’in başının ağrımadığını da biliyordum. Kardeşine iyilik yapmak için uydurmuştu bunu. Hem biz üç kişiyken o yalnız yaşıyordu. Anası ve babası ölmüştü. Evlenmemişti daha. Evleneceği de yoktu.
Başım önümde, kendimi yolu bulsunlar diye ayaklarıma bırakmış yürüyordum ki, ince bir ses çalındı kulaklarıma. Tanıdık, bir balığın çırpınışı kadar tanıdık bir ses…
“Nuri?”
Oydu! Hani size sormayın demiştim ya, işte o.
Kafamı kaldırdım. Yüzüne öylece bakakaldım. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. O anı bozup yürümeye başlayana kadar… Yanı sıra yürüdüm ben de. Napayım…
Şehre gidene kadar hiç konuşmadık. Saatlerce… Sonra levreği ilk sorana sattım, parayı aldım, gerisin geri kasabaya yürümeye başladım. O da yanım sıra… Hala konuşmuyorduk. Bir tek kelime bile…
Ben oldum olası konuşmayı sevmem. Bilir bunu. O da çok konuşur bazen. Bazen de ağzından laf alamazsınız. Yok, küstüğünden falan değil. Canı istemez. Bir şeylere dalmıştır, öyle işte… O değişir boyuna. Bense hep aynıyımdır. Suskun, sakin, fazla huzurlu, hafifçecik mutlu…
“Sendeki mutluluk ipek bir örtüye benziyor,” derdi hep.
“İpek kadar hafif ve elde tutulup bozulmaz…”
Şimdi de düşünüyor mudur aynı şeyi? Beni tanımıyor ki… Şimdi ağzımı açsam, “o ipek yırtıldı, balık kılçıkları delik teşik etti o ipeği!” diye haykırsam… Yok haykırmasam, ipek hışırtısı gibi fısıldasam. Delik teşik bir ipek hışırtısıyla…
***
İyi ki böyle bir şey yapmadım. Yanında yürüdükçe ipekteki küçük delikler yamanmaya başlamıştı çünkü. İpek yamanmaz oysa… Yamansa bile eskisi gibi olmaz. Hoş ben ipekten ne anlarım, ipekten anlayan o. belki de yamanıyordur, eskisi gibi oluyordur hem.
Benim üzerimdeki ipek örtü yamandı, eskisi gibi de oldu valla. Hem de kasabaya varmadan…
Bir an, daha önceden düşünmeden dönüp yüzüne baktım:
“Anam seni özlemiştir,” dedim. Ne diyeydim ki?
“Ne yaptın oralarda?” diye mi sorsaydım? “Neden gittin, oğlanı, beni… neden bıraktın? Balık kokusunu özlemedim mi? Üzerimdeki ipek örtüye sarınmayı… Özlemedin mi? Daha iyi bir adam mı buldun da gelmedin buralara” mı deseydim?
Yok, hiçbir şey demedim, demeyecektim…