Simyayla uğraşan, genç görünümlü bir kadın tanımıştım. Simyayla uğraştığını dahi; uzun yıllar dostluk ettikten sonra itiraf edebilmiş olsa da bana bir şekilde güvenmeyi başarabilmişti. ‘başarabilmişti,’ diyorum; çünkü bana kalırsa güven tek kişilik bir meseleydi. Daha doğrusu tek kişinin meselesiydi. Yani sen ne yaparsan yap, son tahlilde onun iyimser ya da kötümser bakış açısıyla şekillenecek bir durumdu.
Evet…
Bu kadın, ateşle sertleşip değerlenen, ilk bakışta sadece vücut ısısıyla şekillenebilen ama o da çok uzun zaman alan bir madde tasarlamıştı.
Merdane ya da küçük oyma bıçaklarıyla falan değil de organik, ısısı olan şeylerle şekillendirilebiliyordu ancak. Diğer türlü, tıpkı bir salyangozun tuz döküldüğünde erimesi gibi, yavaş yavaş eriyordu.
Bir heykeltıraş olduğum için bana vermişti bu maddeyi.
Ha, bu arada, bu madde sadece bir kişinin ellerinde şekilleniyordu. Tam yirmi altı saat boyunca ellerine, ısına, sana… alıştırman gerekiyor, ancak ondan sonra şekillendirme işlemine geçebiliyordun.
Sonra, en son şekli verdikten sonra, küçük kıvılcımlarla maddenin her milimini alazlıyor ve bulduğun en en yüksek ateşe atıyordun onu.
Bu malzeme bana verildiğinde ilk aklıma gelen şey bir kumbara yapmak olmuştu her nedense.
Kilit ve anahtarını bile o malzemeden yapmak…
Peki neden bir kumbara? Çocukluğumdan beri tüm kumbaralarıma bir şekilde el konmuştu zira.