Pek yakışıklı sayılmayan bir adamdan dans daveti almış olmak, hele bu adam pek güzel kokmuyorsa… oldukça rahatsız edici bir deneyim olabilir. Evet, epey önyargılı ve şekilci bir düşünce olduğunu biliyorum. Önce yakışıklı olmadığını, yani sayılmadığını söylüyorum; sonra da pis koktuğunu ekliyorum. Gerçekten de leş gibi kokuyordu ama emin olun, Eros’un kendisi gelse, böylesine pis kokan birisinin dans davetini kabul etmemi sağlayamazdı. Neden önce yakışıklı sayılmadığını söylüyorum? Reddetmek için en sağlam neden sayacağını biliyorum çoğunuzun bunu.
Davetini kabul etmesem de ondan kurtulamamıştım. Bir öküzün misksiz, sadece dışkı gibi koktuğunu düşünün. Gerçi zaten iğdiş edildiğinden misk kokmaz bir öküz…
İşte öyle kokuyordu. Ha, bir de bu kokuya leş gibi çürük diş kokusunu ekleyin. İçinde yemek kalmış, oyuk bir diş… Ya da belki birden fazla…
Dağ gibi cüssesi, hacmine düşen kokuyu da büyüttüğü için, varlığından duyduğum hoşnutsuzluğa hoşnutsuzluk ekliyordu.
Ve adam gitmiyor, gitmiyordu. Devamlı çürük dişlerini çıkartarak gülüyor, kollarını açarak ter lekeleriyle dolu gömleğini sergiliyor, kokusunu bana doğru yelpazeliyordu. Bir de önümdeki tabaktaki baklavalardan alıp olduğu gibi ağzına atıyordu. Tuhaf, kimseyi doğru düzgün tanımadığım bir düğündeydim ve düğünde pasta yerine baklava ikram edilmekteydi.
Bana yüzyıl gibi gelen birkaç dakika sonra, adamın yanında, oldukça ortalama bir adam belirdi ve bana dans teklif etti.
Kabul etmeden önce düşündüm. Hayatım boyunca böyle mi olmuştu? Kötüyü gördükten sonra, ondan kurtulmak için, düşünmeden; bir derece iyisini mi seçmek zorunda kalmıştım her defasında?
Başka bir ölçüt olmaksızın… Sadece bir öncekinden kurtulmak için…
Galiba öyle olmuştu…