Bir masal anlatmıştı abim bir gün. Bir saray bahçivanının oğlu padişahın kızına aşık olur. Padişahın da bir arzusu vardır; her kim ki bir dünya dolusu altın getirirse, kızına sahip olacaktır.
“Sahip olmak” tabirinin altını çizememiştim o zamanlar. Bahçivanın oğlu da kıza talip olur. Padişah kızar. Durup durmadık yerde, bahçivanın oğluna kırk gün içinde altınları getirmezse kellesinin gideceğini haykırır.
“Niye ki kardeşim?” diye soramamıştım o yaşlarda.
“Neden diğer insanların kelleleri gitmiyor da bizim bahçivanın oğlununki gidiyor? Bu nasıl bir egodur…”
Sonra bizim oğlan, babasının alın teriyle kazandığı kırk altını pazardan aldığı mavi bir topun içine koyup; topun üzerine paraleliyle, meridyeniyle bir dünya şekli çizerek ve çamura bulayarak padişaha verir. Padişah için epey büyük bir sürprizdir bahçivanın yaptığı. Halbu ki, aslında bu ekonomimizin bir tür özeti gibi değil midir? Padişahtan aldığı altını süslü bir şekilde geriye vermekten başka bir şey yapmadan padişahın hazinesini kapmıştır bizim esas oğlan. Oğlan riske girmiş, istediğini almıştır. Zehirli bir sarmaşığın şifalı meyvesini sarmaşıktan zarar görmeden yürütmüştür. Peki kız? O, sarmaşığın meyvesidir, zehirlidir o da. Diğer yandan da tedavi edicidir ve hangisinin geçerli olacağı meyveye yapılan muameleye bağlıdır. Bizim bahçivanın oğlu eğer babasını dinlemiş, bitkiler hakkında malumat sahibi, meyveyle muhabbet içre olmuş ise, muhtemelen meyveden iyi anlamaktadır. Yok, sadece hırsına yenik düşüp meyvenin güzelliğine aldanmışsa vay halinedir.
Abim kurnaz bir adamdı. Muhtemelen bahçivanın oğlunun kurnazlığına hayran kalmıştı. O bu masalı bana neden anlatmıştı bilmiyorum ama ben şimdi size belli bir amaç için anlatmış bulunuyorum.