Son birkaç ay her sabah, uyanır uyanmaz burnumda nane kokusu olurdu. Etrafımda nane kokusu yoktu oysa. Başka yerlerde de uyansam her sabah sinirlerimin ilk algıladığı şey nane kokusu olurdu. Sanki bahçe yeni sulanmış, naneler açlıkla suyu emerken kokuları güçlenmişken yakalardı burnum onları. Hortumdan tazyikle fışkıran su, nane yapraklarına takıldıktan sonra onları ıslatarak toprağa düşerdi. Onları salata yapılması ya da öylece yenmesi için hazırlardı sanki su. Tertemiz olurdu yapraklar…
Eğilip elimi uzatıp koparmak isterdim; ama bulunduğum yerin bir bahçe olmadığını bilirdim. İsteklerim ve gerçeklik arasında kalırdım… Şaşırırdım…
Bir tür beyin tümörü mü vardı acaba bende? Değişik kokular algılamanın bir tümör belirtisi olduğunu okumuştum bir yerden. Doktora gittiğimde tümörümün falan olmadığını öğrendim ama rahatlamamıştım. Hala cevapsız bir sorum vardı çünkü.
Psikologlara gitmek de bir işe yaramamıştı. Hiç kimse bana yardım etmiyordu işte.
Sonra, bir gün, kurban bayramında dedemlerin aldığı kuzuyu gördüm. Bir yakınlık hissetmiştim hayvana. Sevimliliği falan değildi bunun nedeni ama. Nasıl açıklayacağımı bilmediğim bir tür yakınlık…
Dedem, hayvanı kesmeden önce bir demet nane vermiş, hayvan yerken benim ağzım da nane kokmuştu nasıl olmuşsa.
Sonra tuz…
Benim dilim de almıştı tuzun tadını. Kuzudan uzaklaştığımda azalıyordu bu his.
Sonra… Dedem bıçağı kuzunun gırtlağına vurdu ve…
Ölmedim; ama tuhaf bir şekilde, tuhaf bir bağın koptuğunu hissettim.
Artık sabahları nane kokusuyla uyanmayacaktım.
Kuzunun etini yemek rahatsız etmemişti beni. Aksine… Kendimi bir tür şaman gibi hissetmiştim. Yediğim her şeyi hissedebilseydim keşke.
Bir şey yemenin basit bir eylem olmadığını hatırlamanın iyi bir yolu olurdu. Kuzunun naneyi yerken mutlu olması gibi, ben de onu yerken mutluydum. Ama bunu tam anlamıyla idrak etmem için kuzunun mutluluğunu görmem gerekmişti.
İyi ki…