Tiyatro sahnesinde bir tiyatro izlemekteyiz birlikte. Sessiziz doğal olarak, hiç hoşuma gitmese de. Oysa tiyatroya onu davet eden benim. Biletleri alan, oyunu seçen…
Oysa bunun hiç iyi bir fikir olmadığını salonda, oyun başlama zilini işitip sustuğumuz an fark ettim. Onunla birlikteyken neden ondan uzaklaştıran bir şey yapmak istedim ki? Neden birbirimize henüz doymamışken düşüncelerimizin birbirimizinkinden uzaklaşmasına sebep olacak bir şey teklif ettim?
Oyun başlıyor…
Kadını başka bir kadınla, adamı koşulsuzca, belki çaresizce seven bir kadınla aldatıyor adam. İlk kadın uzaklaşmış, başka bir yere gitmişken. Belki adamdan uzak oluşu katlanamayacağı kadar zor geldiğinden, belki de basitçe macera aradığından.
Acaba yanımdakinin aklına ben geliyor muyum? Benim de kendisini aldatabileceğim sorusu geçiyor mu zihninden?
Aldatabilirim evet. Bu ihtimalin gerçekleşmesi o kadar da imkânsız değil, kendimi kandırmaya gerek yok. Daha önce aldatmıştım ne de olsa.
Oyundaki adamla aynı sebeplerle aldatmıştım hem de. Yine de aklım orada değil. O herifle empati falan kurmak istemiyorum. Böyle birisi olmak istemiyorum bir daha. Bir defalık bana yetti. O iğrenç suçluluk belasını, o lekeyi, marazlı hâli lânetliyor ve reddediyorum. Bu kadar kolay olabilir mi acaba?
Yine de karşımda, çok yakında oyuna devam ediyor insanlar, izlememek, seslerini işitmemek gibi bir şansım yok. Ona bakıyorum, izliyor. Yüzü ifadesiz, tam anlamıyla seyir hâlinde.
Kadın üzgün, kalbi fena kırılmış belli ki. Oysa adam bunu iyi bir şekilde yapmaya, ondan en uygun şekilde ayrılmaya özen göstermiş. Kadının kırgınlığının onunla ilgisi yoktur herhâlde, sevilmediği için kırılmıştır. Ben olsaydım öyle yapardım. Ben yapmazdım da kalbim yapardı. Neyse, adamla kadın bambaşka bir hayat yaşıyorlar oyun sırasında. Kadın mutsuz bir hayat içerisinde, bu ayan. Adam görece mutlu. O kadınla evlenmiş, çocukları olmuş. Kadının adını bile anmıyor. Andığında bile geçmişe ait bir şey sadece. Belki bazen…
İşte o anlar oyunda uzatılmaya çalışılıyor, yoğunlaştırılmaya… Ama kendimden biliyorum, asla yeterince yoğunlaştırılamaz. Asla… Oyuncuların oyunculuklarıyla bir ilgisi yok bunun. Bu başka bir şey. Sana ait olan bir hayattan vazgeçmenin suçluluğu cehennem azabıyla bir. Bunun zararın neresinden dönersen kârdır anlayışıyla çözülecek bir şey olduğunu da sanmıyorum, kendimden biliyorum, denedim çünkü. Yok, aynı insanla olmuyor, olmaz.
Yanımdaki titreyen kadına bakıyorum…
Neden titriyor? O da mı aldatılmış? Belki de aldatmıştır. Gözlerinin içine bakmaya çalışıyorum, benimle göz göze gelmemeye kararlı.
Oyun bitiyor, adam ve kadın bir yerde karşılaşıp birbirlerinin hayatlarını öğreniyorlar. Kadın tek başına uzaklaşırken adam yuvasına gidiyor ve oyun bitiyor.
O oyun bitse de yanı başımda yepyeni bir şey başlıyor. Yanımdaki, oyuncuları alkışlamaya bile başlamıyor, fazlasıyla dalmış… Neden, acaba ne düşünüyor?
İnsanlar alkışlarken o yerinden kalkıyor, bana bakmadan salondan çıkmaya davranıyor. Nasılsa başta, kolayca çıkıyor. Ben de paltomu alıp peşi sıra çıkıyorum. Unutulduğuma kırılamayacak kadar merak ediyorum ne düşünmekte olduğunu. O da montunu yürürken giyiyor. Çantası yok, muhtemelen her şeyi ceplerinde.
Ne zaman yüzüme bakıp beni anımsayacak bakalım? Yanında yürüyorum. Binadan çıkıyoruz, karşıya geçiyoruz, yürüyoruz, dolmuşa binmek için tekrar karşıya geçiyoruz, beklerken artık sabredemeyerek soruyorum:
“Nasıldı oyun?”
İrkilmiyor bile varlığımdan. Galiba artık umursamıyor, gündeminde değilim, belki artık olmayacağım, olamayacağım.
Yüzüme bakıp;
“Fena değildi,” diyor.
Duraksayıp;
“Biliyor musun, ben o herif gibi aldattım,” deyiveriyorum. Bu benim tek şansım. Tarafından fark edilip belki derdini dinlemek, aramızda bir şey bina etmek için tek fırsatım.
“Ben de,” diyor. Bana hiçbir şey sormuyor, kendisi bir şey anlatmıyor. Sadece önüne bakıyor ve yürüyor. Oysa beklememiz gerekiyordu dolmuşu. Yürüyeceğiz anlaşılan. Evlerimiz de uzak ama…
Yolda dolmuşu görüp durduruyorum. Ona el etmeden peşimden gelip araca önce kendisi biniyor. Keşke o dolmuşu durdurmasaydım. Belki o zaman bir şansım olurdu.