“Buna hazır olduğunu düşünüyor musun? Nasıl hazır olabilirsin anlamıyorum. Böyle bir şeyi kabul edecek kadar aptal olabilir misin gerçekten!”
“Aptal değilim ben.”
“Doğru ya, sen idealistsin! Asıl aptal olan benim değil mi? Seni ve ideallerini anlamıyorum. Artık geberip hazmedildiğinde o cahilin bokları arasından bulurum parçalarını! O köylünün bokunu gömerim mezara! Ziyaret ettiğimde de cesedin yerine bir avuç boku ziyaret eder, ona okurum dualarımı!”
“Sen ne diyorsun be! Alay mı ediyorsun benimle?”
“Evet… Seninle, saçma sapan ideallerinle… Kargaları bırak, solucanlar bile güler be size! Solucanlar bile…”
“Keşke seninle evlenmeseydim.”
“Keşke!”
“Bir de semirttin kendini, seni afiyetle yesin diye. Ya, ben seni on üç yıllık evliliğimizde bir kere bile spor yaparken görmemişken sen bunun için bir maratona girdin be! Maratona… Gerçekten inanamıyorum. Sabah uyanıyorum aklıma geliyor, gülüyorum. Sonra ağlıyorum… Yine gülüyorum… Dengem bozuldu… Asıl ben kızıma ne diyeceğim onu düşünüyorum.”
“Kızımıza…”
“Sen onun üzerindeki hakkını çoktan kaybettin.”
“Başlamayalım yine! Gidiyorum ben’”
“Def ol be! Salak!”
***
Bu, kırklarındaki kerli ferli adam, bir laboratuvara gitmekte, hayatının deneyine bir denek olarak katılmaktaydı. Akademisyendi. Binlerce kitap okumuş, onlarcasını yazmıştı. Harika bir teorisyendi. Şimdi de; teoriyi pratiğe döküp dökmeyeceğini anlayacaktı. Böyle bir şeyin olup olamayacağını önce en çok güvendiği insanlar üzerinde deneyecekti. Kendisi ve onun gibi dört akademisyen daha… Bu beşlinin arasına, durumu hiç bilmeyip sadece para kazanabilmek için bu deneye ölüm riskine rağmen katılmak isteyen bir adam da girmişti. Bu adam deneyin bağımlı değişkeniydi. Yani her şeyden bihaberdi. Altı değişken, altı kişi, dikkatle hazırlanmış bir senaryoyu gerçek hayata dönüştüreceklerdi. Senaryonun ne olduğunu bilmek bu oyunu kazanmaları anlamına gelmiyordu. Aslında tam tersi, bu beş akademisyen, senaryoda kaybedeceklerini, bunun da canlarına mal olacağını bilmek bir yana, umut ediyorlardı.
Diğer adam ise kaybedeceğini düşünerek gelmişti oraya. Onun parasıyla ailesinin doyacağını, bunun için kendisini kurban ettiğini bilmenin teslimiyetiyle…
İşin ilginci, o da; senaryoda kazandığının yazıldığını bilmiyordu. Tabii her şey senaryoya göre giderse… Bir senaryonun varlığından dahi habersiz olması onun için iyi bir şeydi belki de.
Bir çöle bırakacaklardı bu muhteşem altılıyı senaryoya göre. Bıraktılar… En azından başlangıç tutmuştu. Yanlarında sudan başka bir şey yoktu. Su da çok az bulunuyordu. Bu da uyuyordu senaryoya. Bakalım aç ve susuz kalınca ne yapacaklardı? Ne kadar sonra birbirlerini yemeye direnemez hale geleceklerdi? Ona, halktan birisi olan ve aralarındaki en zayıf olan ona, şefkat gösterip kendilerini yemesine izin verebilecekler miydi? Hem de güç ellerindeyken…
Eskiden bu insanlar hareketsizlikten göbek bağlamışlardı. Oysa şimdi, her biri, vücut geliştirmeyi meslek edinen birisinin kaslarına, doğal olarak da kondisyonuna sahipti. Sırf bu deney için. Sadece bu sorunun yanıtını verebilmek, pratiğin teoriye uyabileceğini kamu oyuna kanıtlayabilmek için.
***
‘Açım…’
‘Ben de… Hepimiz açız.’
‘Kendini feda edebileceğini kanıtlamak ister misin?’
‘Sen neden kanıtlamıyorsun?’
‘Bence onu karıştırmadan aramızda halledelim. En güçlümüzün işi daha zor olacak. Bizle olan dövüşü kazanmışken…’
‘Haydi başlayalım! Açım!’
***
‘İnsan etini yemek git gide kolaylaşıyor, farkında mısın?’
‘En çok o yiyor. Tıpkı olması gerektiği gibi…’
‘Başarıyoruz bu işi galiba…’
‘evet! Adımız tarihe yazılacak. Biz bilimin başka bakir toprakları fethetmesini sağlayan akıncıları olacağız.’
***
‘İşte sonunda ikimiz kaldık.’
‘Neden mücadele etmiyorsun?’
‘Haydi öldür beni.’
‘Ama neden bir şey yapmıyorsun? Neden kimse benimle dövüşmedi? Neden!’
‘Sen anlamazsın çocuğum! Haydi dedim sana! Ye beni!’
***
Senaryo başarıyla gerçekleştirilmişti. Afrika’daki eski yamyam kabileleri, bu deneyi bilseler nefret ederlerdi. Onlar sevdiklerini ve düşmanlarını yerlerdi çünkü. Adil bir savaşta yendikten sonra… Saygı duydukları, onurlandırdıkları insanların ruhlarındaki ve bedenlerindeki güç kendilerine miras kalsın diye. Yani “ilkel” dediğimiz insanlar, düşmanlarının diğer beş akademisyenin bu genç adamı gördükleri gibi kendilerinden alt seviyede olduğunu varsaymıyorlardı.
Kendilerini bu düşük insana yedirerek adaletlerinin ve şefkatlerinin eşsiz olduğunu kanıtlayan akademisyenlerin neyi kanıtlamaya çalıştıklarını kimse anlamamıştı.
Bu genç adamsa, bu beş akademisyenin zihnindeki binlerce teoriden, bu deneyden ve amaçtan zaten bihaberdi. Sadece onların bedenleriydi yediği.
Ve bu genç adam, insan etini epey sevmişti.