“Sorma bana kimim,” diyordu bir yerlerde bir şair. Ve bir adam onu şarkı niyetine söylüyordu hoparlörlere. Hoparlöre mi; yoksa yüreklere mi; o biliyordu; ama yürekler bazen bilmiyordu.
Bir adam, bir pilot, bir kitabının başlarında aynı şeyi söylüyordu. Herkes o kitabı alıyordu, yayınevleri çeviriyordu kendi dillerine, yine de; o da kağıtta kalıyor, yüreklere ulaşamıyordu çoğu zaman.
Küçük bir radyom vardı. Süslü püslü bir adamın aldığı. O şairin, o kitabın ve şarkının dediğini yapmış, adamın yaşını ve kim olduğunu sormamıştım. Bana aldığı radyoyu da pahalı olsa da; pahalı diye almamıştım. Sevdiğim şeyi bildiğinden vosvos şeklinde bir radyo almış olduğu için beğenmiştim onu. Radyonun madeni yüzeyindeki daha parlak madeni düğmeyi çevirdiğimde de; ilk o şarkı çalmıştı radyonun kısmetine. Yoksa yüreğimin kısmetine mi?
“Sorma bana kimim,
Nerden geldim buraya.
Gözlerimdeki kırmızı bulutlar,
Hangi günlerden sorma…”
Sormamıştım ben de. Sadece,
“Seviyor musun?” demiştim.
Cevap bile vermemişti. Göstermek ne güne duruyordu?
Gözlerinde kara bulutlar olsa da; sormamıştım hikmetini.
Ertesi gün yırtık pırtık giysilerle gelmişti, yine sormamıştım. Beni sınayıp sınamadığını bile düşünmemiştim hatta. Vardı bir sebebi mutlaka.
Sonra…
Bu kez de; gelmemişti. Beklemiştim, beklemiştim…
Yıllar sonra bir gün gelmişti.
Bu kez sıradan kıyafetlerle teşrif etmişti. Tüm sormadıklarımı cevaplamak istemişti. Sormamıştım ama. Radyo eskimişti.