Bir ada vardı. Nerede olduğunu bilmiyorum. Kazara oraya götürülüp yine kazara yaşadığım yere geri bırakıldım çünkü. Söylediklerine göre, muhtemelen her kelimesi doğruydu, bir hapishaneden kaçan herkes buraya gelirdi. Nedenini bilmiyorum ama. Galiba sadece ben bir hapishaneden kaçmamıştım.
Bir adam vardı… Çok güzel, çok çok güzel flüt çalardı. Uzunlu kısalı bir sürü flütü vardı. Bir kısmı kemikten, bir kısmı ahşaptandı. Galiba hepsini kendisi yapmıştı. Önemli değildi gerçi, çok güzel çalardı. Her şeyin sesini taklit edebilirdi. Gök gürültüsünün sesini bile taklit ettiğini işitmiştim…
Bir kadın vardı. O da çok güzel masal anlatırdı.
‘Hamaklara!’ diye bağırırdı. İstediğinde çok gür çıkardı sesi. Herkes hamaklarına fırlardı. Bu hamaklar bir ormanın içindeki ağaçlara gerilmişti. Bir daire şeklinde büyümüştü ağaçlar. Ortada bir boşluk vardı. Yüksekçe bir kerevet yerleştirilmişti o boşluğa. Nakışlarla işlenmiş bir minder beklerdi orada kadın ve adam için. Birisi flüt çalar, diğeri masal anlatırdı orada. Bu adada ateş yakılmazdı. Herkes kendisine bir mum alırdı sadece. Her göz kendi ışığını getirirdi.
Acaba ben oradan götürüldüğümde, nasıl getirildiğimi de; nasıl geri götürüldüğümü de bilmiyorum, benim mumumu ve bana ait olan o bir çift gözü kimse aramış mıdır?
Ben teker teker hepsini arıyorum, daha önceden aramamış ve aslında kendi kendime bulmamış olsam da…