Kravat takmayı hiç sevmezdi; ama eşofmanla bile taksa yeriydi; çünkü boynundaki yara izini gizlemek için bulduğu çözüm oydu. Elbette eşofman giymezdi, kravatına uysun diye hep takım elbiseyle dolaşırdı dışarıda. Evinde de zaten yalnız yaşardı.
Taktığı kravatlar son derece dikkat çekiciydi. Hepsini de kendi elleriyle tasarlamış, kendi elleriyle boyamış ya da işlemişti.
Yaşamayı istediği hayattan sahneler vardı kravatlarında. Bir bisikletli kravatı vardı ki, o bisikletin işlenmesi aylar sürmüştü. Tasarımını da bir bisiklet tasarımcısı kazara görüp fotoğrafını çekmişti. Tüm yaratıcılığını kravatlarına vakfeder; ama kravat takmaktan nefret ederdi işte.
Yaşadığı hayattan nefret ettiğindendi. Boynundaki yara izinin sebebi de bir nevi kravattı.
Çalışırken; haklı ve hoşnutsuz bir müşterisi, planlı bir şekilde onu bir boğma teliyle boğmaya çalışmış, tel kravatı keserek boynunda iz bırakmıştı. O ise, telden değil de kravattan nefret etmişti.
Bir gün, kravatını çıkardı. Artık hürdü. İş değiştirebilirdi. Bir atölyede gönüllü asistan olarak çalışmaya başladı. Nasıl olsa parası vardı ve bir gün kendi atölyesini kuracaktı.
Bir daha kravatın yüzüne bile bakmayacak, atölyede sanatla uğraşacak, tasarım yapacaktı.
Tüm bunlar hayalde kalmış gibiydi çünkü sadece kravat tasarlarken çalışıyordu o harikulade hayal gücü.
Ve o, bir daha kravat görmek istemiyordu.
Sonunda parasızlık kazandı ve kravat tasarlamaya başladı.
Nefretin siyahlığı, hayatının aklığında çok güzel görünüyordu.