Koyu renkli bir sesi vardı. İşitsel hiçbir şeye benzetemiyordum. Hiçbir terimle adlandıramazdım. Tek diyebileceğim koyu renkli bir sesi olduğuydu. Kalın değildi, ince de değildi. Tonlu ve duyguluydu. Sesine ifade verebilme konusunda çok maharetliydi. Bu seste iyi bir lider havasından ziyade, kimsenin ona bel bağlamasını istemeyen, kolaylıkla alay edip bunu sezdirmeyen bir insan gizliydi. Bu umursamaz biri olduğunu göstermiyordu; ama umursamaz davranan birisi olduğu rahatlıkla söylenebilirdi. Umursamıyormuş gibi yapan… Sözde kendisini korumaya çalışan ama hoşuna gitmeyen ya da onu şöyle ya da böyle rahatsız eden bir olayda anında allak bullak olabilen ve tüm bunlara rağmen her rahatsızlığının üstüne üstüne giden…
Dikkatimi çekmesine neden olan şey derste yaptığı bir yorumdu. Söylediği sözleri hatırlamasam da basit cümleler ama yoğun bir ton içeren bir yorum…
O andan sonra da her hareketiyle ilgilenmiştim ve bir nevi özel projem oluvermişti.
Bir gün, yanıma gelmiş ve bir çay içip içemeyeceğimizi sormuştu. Kabul etmiştim ve arkadaş oluvermiştik. Her şeyden bahsedebiliyorduk. Arkadaşlığımızın geçmişinin çok yakın oluşu zerrece önemli değildi ikimiz için. Arkadaşlığa hiç inanmamış bir insanken; nasıl bu kadar iyi bir arkadaşım olabildiğine en çok ben şaşırmıştım herhalde. Bunun sebebi, yani ikimizin iyi arkadaşlar olmuş olmamızın sebebi, ikimizin de arkadaşlıktan fazla şeyler beklememiz olsa gerekti. Daha doğrusu, bir arkadaşlığın asla yapamayacağı, bir arkadaşlıkta olduğunda sakıncalı olacak şeyler beklemiyorduk birbirimizden.
Söz gelimi, biz birbirimize baskın olmaya çalışmıyorduk. Bir arkadaşlıkta zıtlıkların olması ya da olmaması gerektiğine inanmıyor, arkadaşlığımızı bir karşıtlıklar birliğine çevirmeye çalışmıyorduk. Yani birbirimizin zıddı olarak görünür olma gibi bir derdimiz yoktu. Ayrıca, birbirimizden ‘biz’ olmayı da beklemiyorduk. İsimlerimize sarılıp onları birbirinden farklı çoraplar giyen birisinin moda anlayışıyla üzerimizde taşıyorduk ve yine de aynı ayaklara giyiyorduk onları.