Dişleri fırçalamamaktan değil, gülmemekten sararmıştı. Tertemizdi çünkü. Sigara falan içmezdi. Çayı bile kırk yılda bir, dost sohbetinde ya da ailesiyle içerdi. İçki falan zaten içmezdi. En çok su içerdi. Yeşillik ve balıktan başka bir şey de yediği vaki değildi. Örnek bir hayat yaşardı; lakin gülmezdi. Mutlu olmazdı ya da üzülmezdi. Yaşardı işte. Ölçüyle yaşardı. Bir ölçek uyku, iki ölçek besin, iki buçuk ölçek hareket, üç ölçek iş…
Yarım ölçek de dost sohbeti işte…
Hayatı bunlardan ibaretti ve kazayla başka bir şey girerse her şeyi hesapladığı beheri kesin alarm verirdi.
Peki böyle bir insanın nasıl olurdu da dostları olurdu? Bu insanlar gerçek dost muydu?
Bu insanlar, ondaki ölçülülüğün taliplilerinden ibaretti aslını sorarsanız. O, dostları olduğu zannıyla teselli bulurken; dostları olduğunu sandığı insanlar da onunla dost olarak kendilerinin de o kadar ölçülü oldukları yalanına kanmaya çoktan hazır zavallılardı. Hani; “Söyle bana arkadaşını, sana kim olduğunu söyleyeyim” sözünün doğru olduğuna inanıp da birkaç doğru dürüst insanı yanında taşıyan türden olanlar…
Neden gülmezdi, neden ağlamazdı?
Neden bu kadar meraklıydı ölçülülüğe?
Ölçüsüzlükten korktuğundan mı; yoksa çok daha başka bir şeyden mi?
Tabii ki çok çok daha farklı bir şeydendi bu hali.
Kendisini bir rüyada, gördüğü rüyaya göre sınanacağını sandığı bir rüyada zannettiği içindi. Böyle olsa ne yazardı ki? Ne fark ederdi? Bir sürü insan rüyasında uçtuğunu görmez miydi?