Hakkımda bilinmesi gereken ne varsa ama ne varsa biliyorlardı. Gerçekten biliyorlardı hem de! Her şeyi…
Hangi rengi sevdiğimi, hangi rengi sevmediğimi, ne tür kitaplar okuduğumu, sevip sevmediğim yemekleri, çaya şeker atmadığımı, şekerli çayın midemi bulandırdığını, sodayı çok sevdiğimi, en çok sevdiğim kitabın Pippi Uzunçorap olduğunu, on beş dakika önce ne yediğimi…
Gerekli-gereksiz her şeyi…
Bilmeleri gerekiyordu çünkü şirketim öyle istemişti. Her şeyi yalansız aktarmalıydım. Gördüğüm rüyaları bile. Tamamen şeffaf olmalıydım. En ufak bir şeyimi gizlersem şirketle olan anlaşma biterdi. Böylece her şey biterdi.
İşte o zaman, hakkımda bilinen her şey, tamamen unutulurdu. Yokmuş, hiç olmamış gibi olurdum. Hatta belki öyle olurdum. Kayıtlardan silinirdim çünkü. Zaten insanlar hemen unuturlardı.
Akıllarında kalan, bana özgü ne vardı ki? Arkamda ne bırakabilirdim? Hiçbir şey…
Şirket bunu sağlayabilirdi kolaylıkla. Sırf bunun için bile, anlaşmayı bozmaya asla cüret edemezdim.
Günlerden Perşembeydi. Her perşembe olduğu gibi, hayvan barınağında hayvanlara elimle yem verirken onların reklamlarını yapıp evlat edinmelerini sağlamaya çalışıyordum.
Sırf beni görebilmek için bir sürü insan gelmişti barınağa. Belki onlar bir köpeği ya da kediyi evlat edinebilir diye rahatsızlığımı göstermemeye çalışıyordum. Asıl görmek istedikleri hayvan benmişim gibi geliyordu. Tek farkla, ben barınağın dışındaydım ve onların tersine konuşabiliyordum. Evet, konuşabiliyordum ama tıpkı onlar gibi “Yap” denilen şeyi yapıyor, “Yapma” denilen şeyi yapmıyordum. Onlar belki bir hatalarında barınağa yollanacaklarını bilmiyordu ama ben bunu çok iyi biliyordum. İşte onun için her şeyden zor geliyordu hayvan barınaklarını ziyaret etmek.
Toplam on dört barınak vardı ve onlara sırayla gidiyordum. Bu, altıncı barınaktı. Bu barınağı ilk ziyaretimden beri orada olan, yaşlı bir köpeğin önünde, konuşmamı bitirdikten iki ya da üç dakika sonra, bir kız çocuğu yanıma yaklaşıp elimi sıkmak için küçücük elini uzattı. Otomatik bir hareketle elimi uzatmıştım. Elini sıkarken elime metal bir şey bırakmıştı. Yumruğumu açmayıp avuç içimdekinin ne olduğunu avcumun içinde dolaştırarak anlamaya çalıştım. Galiba bir kolyeydi. İncecik bir zinciri vardı.
Normalde, bu kolyeyi, bana verilir verilmez kameralara göstermem gerekiyordu ama yapmadım. Her şeye rağmen yapmak istemedim.
Bir fırsatını bulup en küçük cebime attım ve yatana kadar o yokmuş gibi davrandım.
Yorganın altına kameralar ulaşmıyordu. Orada bakabilirdim. Diş şeklinde, içinde bir sıvı olan şeffaf bir kolyeydi. Yapışkan bir sıvı… Muhtemelen zehir…
Bu kolyenin bana neden verildiğini düşünürken uyuyakaldım.
Uyandığımda, kolyeyi üstümü giydiren, daha doğrusu ne giyeceğimi seçen kadınlardan birisinin gözünden saklayamamıştım.
Acaba bildirecek miydi şirkete? Göz kırptığımda karşılık vermişti ama…
Bir şey olmamış gibi kolyeyi en küçük cebime koyarak her zamanki programımı izlemeye koyuldum.
Sabah kahvaltımı olaysız yemiştim. Öğle yemeğinde kameralar karşısında konuşmam gerekiyordu. Konu… Yanlış hatırlamıyorsam, Uranüs’e gönderilecek uzay aracı hakkındaki temennilerimdi. Neden umursadıklarını bir türlü anlayamıyordum. Herkesin temennileriyle aynıydı benimkiler de…
Tam konuşurken minik kulaklığımdan elimi en küçük cebime koyup kolyeyi çıkartmam emredildi. Son aşamaya gelince, her şeye rağmen sakin oluyordu insan demek ki. Elimi cebime sokup kolyeyi aldım ve denileni yaparak kameraya gösterdim. Bir şeyi onlardan gizli yaptığımı itiraf etmeliydim. Öyle emrediyordu kulaklığımdaki ses.
Acaba küçük çocuk onların belirlediği bir sınama aracı mıydı? Artık bunun bir önemi yoktu. Öyle olsa bile, bu aracı bir fırsata çevirebilirdim. Eğer hiçbir açıklama yapmazsam öyle yapmış olacaktım.
Gerçekten de; hiçbir açıklama yapmadan; kolyeyi ağzıma götürüp ısırdıktan sonra yuttum. Yapışkan zehir anında kendisini hissettirmeye başlamıştı.
Son bir çabayla, bunları ağa, şirketin yarattığı kusursuz ağın tam içine, idrak edebilmeniz umuduyla gönderiyorum…