Stephen King’in Çılgınlığın Ötesi…
Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sı…
Oscar Wilde’ın Dorian Gray’in Portresi…
Bu kitapları okuduktan sonra devamlı portre ağırlıklı sergilere gider olmuştum.
Aptallıktı, biliyordum; ama umut etmekten bir türlü kendimi alamıyordum. Bir portrenin canlanmasını umuyordum. Canlanıp benimle konuşmasını. Eğer yağlı boyadan yapılmışsa hafif keskin, baş ağrıtan bir ses tonu, sulu boyaysa belli belirsiz, buğulu, hatta cinsiyetsiz bir sesi, yok karakalemse sesinin tonunun ayağı yere basan, son derece tok olduğunu hayal ediyordum ister istemez.
Tablolara sık sık dokunduğum için görevliler tarafından uyarılmaktan bıkmıştım ama kendimi zapt edemiyordum. Sanki dokunmazsam canlı olup olmadığına emin olamayacaktım. Onun için çerçeveli tablolardan hiç hazzetmiyordum. Çerçevelerin varlığı rahatsız ediyordu beni. Sanki o tablo, diri diri mezara girmişti de çığlıklarını benden başka kimse duymuyordu.
O gün onu gördüğümde soluğum hızlanmaya başladı. Çerçeveli, birebir ölçülerinde bir çocuk portresiydi ve işaret ve baş parmaklarının hizasında çerçeve içten içe tırnaklanmıştı adeta. Hem de iki elinin hizasında da… İki kolu da dirsekten bükülmüş, sanki bir şeyi, çerçeveyi itiyordu. Tırnaklarıyla kazıyordu adeta…
Tırnaklarından birisinin çatladığı bile belliydi tabloda.
İster inanın, ister inanmayın…
Karşısına geçtim ve ben de yardım etmeye başladım dışarıdan. Çok küçük bir çakım vardı, onu avcumda gizleyip ucunu çerçeveye, içten kanırtılan yere bastırdım.
Çerçeve kırıldı ve çakımın ucu baş parmağının ilk boğumuna saplandı.
Ve…
Tabloda bir damla kan, çocuğun bileğine doğru damladı.
Elime baktım, benim kanım değildi. Son derece emindim bundan. Çakımın ucuna baktım, evet, kan vardı. Ağzıma alıp; dilimi kesmemeye çalışarak ucundan tattım. Evet, kandı bu.
Aniden çakıyla ilgilenirken farkında olmadan arkamdan yaklaşmış, ensemde soluğunu hissedecek kadar yakınımda olan birisinin varlığını fark ettim. O şahit olmuş muydu acaba buna? Tabloya baktım kanı kontrol etmek için, hiçbir şey göremedim. Hiçbir şey…
Çocuk falan yoktu. Küçük bir kırmızı leke dışında hiçbir şey yoktu.
Çocuk arkamda mıydı? Evet, arkamda kaslarını esnetiyordu.
“Haydi,” dedi hapşırmak üzereymiş gibi burnunu kırıştırarak.
‘Biraz gezdir beni.’
Hapşırdı. Gürültüsüz; ama fazlaca kontrolsüz olduğundan sümüklüce.
Cebimden bir peçete çıkarıp eline tutuşturacak oldum, o ise bir dil darbesiyle işi bitirmişti bile ben peçeteyi yetiştiremeden.
Midem bulanmamıştı… Çocuktu işte. Gerçi dokuz-on yaşlarındaydı; ama tabloda öğrenilmezdi ki böyle şeyler.
“Peki,” dedim yürürken. ‘Çabuk gidelim de yokluğunu fark etmesinler.’
Aklımdan zorum mu vardı benim? Kim inanırdı bir portrenin tablosundan çıktığına?
Yine de; çocuğu önüme katarak oradan ayrıldım.
Parka götürdüm onu. Denize, Arabayla iki-üç saat uzaklıkta bir dağa… Yapay bir şelaleyi bile gösterdim.
Sinemaya götürdüm; ama on dakika olmadan sıkılmıştı. Öyle olunca yarış pistine gittik biz de. Bir arabaya bindik ve yarıştık diğerleriyle. Aslında izin vermiyorlardı; ama ben birkaç hafta ömrü kaldığını söyledim, biraz solgun olduğundan inandılar.
Trene bindik sonra. Raylara dikti gözlerini. Soru doluydu o yarı yapılmış gözbebekleri. Anlattım ona trenin nasıl gittiğini. Hızlı treni de anlattım. Çabuk dağılıyordu dikkati.
İlgisini çekebileceğini düşündüğüm bir şeyler anlatmaya çalışırken aniden sözümü kesti.
“Bana yaşadığımı hissettirecek bir ölüm bul.”
“Nasıl?”
“Ölürken yaşamış olduğumu anlayayım.”
“Acı mı çekmek istiyorsun? Nasıl yani?”
“Şu kırmızı sıvıyı akıtmak istiyorum vücudumdan. Tıpkı yaşama döndüğüm anki gibi.”
“Ne zaman?”
“Şimdi. Silinmeden.”
Kalktım. Pencerenin camını, tırnakla ya da çakıyla değil de; bir yumrukla kırıp; onu tuttuğum gibi dışarı attım.
Arkadan gelen vagonlar işini bitirirdi… Silinmeden…
Nasıl olsa yine ziyaretine gelebilirdim.
Belki yine…