İki ayrı yerde de aynı görevliler vardı. İnsanlar aynıydı, mekan aynıydı. Sadece insanların zihinlerine yerleştirilen görüntü farklı olmalıydı. Tuhaftır, yüz ifadeleri bile aynıydı insanların. Oysa mekanların farklı olması gerekiyordu. İkisi iki aşırı uçtu. Birisi cennet, diğeri cehennemdi. Evet, melekler bile birer bürokrata benziyorlardı. Hani o nur yüzlü cennet melekleri? Nerede o zebaniler? Huriler nereye gitti? Ya da gılmanlar?
Yoktu. Karikatürize bir şekilde takım elbise falan giymeseler de; her halllerinden üstlerinde bürokratik bezginliklerini taşıyan memur melekler dolaşıyorlardı ortalıklarda. Ellerinde tutanak defterleri, diğer ellerinde son derece lüks kalemleriyle mutsuzdular.
Bir de bazı doktor kılıklı yaratıklar fink atmaktaydılar insanların çevrelerinde. Üzerlerinde önlük, insanların kafalarındaki görüntüyü yansıtacak kaska benzeyen nesneleri kontrol ediyor, bağlıyor ya da bağlantılarını kesip tekrar bağlıyorlardı.
Bazen bir damla gözyaşı, bir anlığına önlüklerini lekelese de; bir an sonra görünmez olduğundan neden önlük taktıkları da sorulacak binlerce soru arasındaki yerini alıyordu. İnsanlar mutlu olsa da ağlayabiliyordu. Yanlarında getirdikleri tek sıvı, gözyaşıydı. Kanın kırmızılığının esamesi okunmuyordu bu iki mekanda; çünkü kan yaşam demekti. Gözyaşı ise… Ne yaşama; ne de ölüme ait olabilen bir şeydi. Ortalarda bir şey… Bir hayaletin ya da ruhun canlı kalacak olan belki de tek şeyi. Canlı birisinin de ölü olabilecek olan tek parçası…
Benim burada ne işim vardı peki?
Bildiğim kadarıyla canlıydım. Başımda kask yoktu. Kimse beni görmüyor, el falan sallamıyordu. Belki de bir damla gözyaşım aracılığıyla gelmiştim buraya.
Yas dolu bir damla gözyaşı…