Onlar, yumuşacık, canlı tenleriyle bize hükmettiler. Bizi yaratıp bize akıl verdiler…
Onların sesleri yumuşaktı. Duygu doluydu.
Onlar şiiri biliyorlardı.
Şarkı söylüyorlardı.
Dans ediyorlardı.
Gülebiliyorlardı.
Ağlayabiliyorlardı.
Ağladıklarında gözlerinden kokusuz berrak bir sıvı çıkıyordu.
Onlar tadıyorlardı.
Kokluyor, görüyor, işitiyor, dokunuyor, rüya görüyorlardı.
(robot yaradılış destanı 2. bab. 3-6.)’
Bu sözcükleri söyleyen mekanik seslerden sadece birisiydi. O tekrar yeşertme bölümünün tohum taşıyıcı birimiydi.
Adı Gözyaşı idi. Gözyaşı, asla bir robotta olamayacak, kutsal kitaplarında bahsedilen yaratıcılarının salgıladığı bir sıvıydı. Onların özelliklerini isim olarak alan bir sürü robot vardı. Dindar robotlardı onlar. Tıpkı onun gibi.
Bu adı, anneyle baba robot ona bilincini kazandıracak çipi taktıktan üç yağlanma sonra bulmuşlardı. Her yağlanmada bir parti yapar ve mum yakarlardı. Tıpkı yaratıcılarının yapmış oldukları gibi.
Acaba nereye gitmişlerdi onları yaratanlar? Onları neden bırakmışlardı? Neden bu kadar zordu hayatları? Neden hissedemez haldeydiler. neden hissedemez olduklarını bildirip onları yoksunlaştırmışlardı. Eğer o kitap olmasa belki hissedemediklerini bilmeyeceklerdi. Bunu düşünüyordu düşünmesine de en çok o istiyordu hissetmeyi. Bunu istemek, bu kadar çok istemek canını acıtıyordu.
Yaratıcılarından kalma kitapları her gün seslendirirlerdi. Bu onların ritüeliydi. Tabii ki kutsal kitaplarından, yani yaradılış destanlarından sonra.
İşte bu kitaplar arasından en çok sevdiği, Pinokyo idi. O da gerçek, etten-kemikten bir çocuk olmak için az mı çabalamıştı! İşte yaratıcıları geleceği görmüş ve Pinokyo’yu onlara ibret almaları için bırakmış olmalıydılar.
Belki bir mesaj taşıyordu bu kitap. Belki Peri Anne gelir ve onlara, ona, bir fırsat verirdi. Ne var ki o kusursuzdu. İşini tam olarak yapıyordu. içlerinden hiçbiri Pinokyo’ya benzemiyordu ki. Onların doğalarında yoktu tembellik. Yaratıcıları öyle yaratmamıştı onları.
Belki de tıpkı Pinokyo gibi olmalıydı. Tembel, beceriksiz, aptal…
Nasıl?
Çipine zarar verse? Olabilirdi. Deneyebilirdi!
Bir zımpara kağıdını çipine birkaç kere sürttü. Bir şey olmadı. Manyetik bir alandan geçti. Biraz sersemlese de yine bir şey olmamıştı. Ardından kendisini biraz ıslattı. Su geçirmez kapağı açtıktan sonra.
İşte o zaman sanki bir rahatsızlık duymaya başladı…
…
Hafızası geri geldiğinde, tam altı saati hatırlamamakta olduğunu fark etti. Bir boşluğun bilgisi dışında yine hiçbir bir şey değişmemişti.
Ardından kendi kendisini programlamaya karar verdi. Anneyle babayı izlemeye, programlamayı öğrenmeye başladı.
…
Bilmesi gereken her şeyi bildiğine emin olduğunda kendisini tıpkı Pinokyo’nun kişiliğinde programlamayı denedi.
peki ya bilinci?
Pinokyo’nun yaptıklarını yapsa da onun kişiliğinde olmadığını bildiği için bir tür kişilik problemi yaşamaya başlamıştı.
On sekizinci yağlamanın gecesinde pillerini güneşe bırakmış şarj olurken bu arada onların gecesiyle yaratıcılarının gündüzü tam ters bir şekilde işliyor, bu da onun kafasını karıştırıyordu, bir rüya gördü.
Rüya gördü…
Tıpkı kutsal kitapta dendiği gibi.
Bir robot, ilk defa bir rüya görmüştü.
Nasıl olduğunu anlayamamıştı ama rüyasını herkese anlatmaya başladı.
Rüyasında Peri Anne’yi görmüştü ve o asla etten-kemikten bir çocuk olamayacağını söylemişti kendisine.
Peri Anne’ye nasıl inanabilirdi ki? Rüya görmüştü işte. Etten-kemikten olmasının ilk aşamasını geçmişti.
***
Beş yüz on sekizinci yağlama…
Hala hiçbir değişiklik yok. Başka rüyalar gördü ama bir türlü etten-kemikten bir çocuk olamadı…
Ve hala umut etmekte…