Yürüyen, yemek yiyen, konuşan, kavga eden, küsen, barışan, gülen, ağlayan… bir hazineydim ben.
Hayır… Şu kişisel gelişim teranelerinden bahsetmeyeceğim, ben gerçekten bir hazineydim. Şu masallardaki altın yumurtlayan tavuk gibiydim. Tek farkla ki; ben yumurtlamak yerine ağlıyordum. Bir fark daha vardı; ağladığımda hüznümün büyüklüğüne göre gözyaşlarımın türü değişiyordu. Bazen demir bile dökülüyordu gözlerimden mesela. Her nasıl oluyorsa, gözlerimden dökülen taş ve madenler yüzünden vücuduma herhangi bir şekilde bir zarar gelmiyordu. Gözlerimden çıkanları laboratuvarda test ettirdiğimde o maddelerin en saf hali oldukları anlaşılmıştı hem de.
Hayatım çok tuhaftı. Durumumu bilen insanlar sadece bu özelliğimden ötürü benimle ilgileniyorlardı ve bu beni üzdüğünden gözlerimden dökülenler kapış kapış gidiyordu; çünkü değerli taşlar dökülüyordu. Böyle oldukça da üzerime çektiğim niteliksiz ve beni üzen ilgi yoğunluğu fazla olduğundan, bu durum bir kısır döngü başlatmış oluyordu.
Bir gün, derviş olduğunu söyleyip dilenen birisiyle karşılaştım ve belki onun beni olduğum gibi sevebileceğini düşünüp kendimden bahsettim ona. Umduğum tek şey, beni normal bir insanmışım gibi açgözlülükle değil de muhabbetle sevmesiydi. Öyle ya, parayı değil, insanı, doğayı, dolayısıyla da tanrıyı seviyordu.
Oysa derviş en büyük tepkiyi göstermişti. Yüzüme tükürmüş, beni şeytanın ona gönderdiğini söylemişti bağırarak. Elindeki bastonla, ki işlevsiz, süslü bir bastondu, beni tartaklamıştı.
Keşke yanına gidip kendimden bahsetmeden önce elindeki süslü bastona iyice bakmadan kararımı vermeseydim.
İşte ilk elmasımı o zaman dökmüştüm gözlerimden.