Küçük bir çocuktu daha. Yedi yaşındaydı. İkimiz de yedi yaşındaydık, birinci sınıfa başlamıştık. Arkamda oturuyordu. Ona bakacağım diye devamlı kafamı çevirmek zorunda kalmamak için bir türlü aynı sırada oturmayı istemeye cesaret edemesem de bunu bir gün yapacağımı biliyordum. O da kabul edecekti bence. Niye etmesin ki?
Sırasına eğilmiş öğretmene bir şeyler anlatıyordu her zamanki gibi. Okulun ikinci haftasındaydık ama her zaman böyle yapacağı şimdiden belliydi.
“Siz bana öğretmiyorsunuz ki öğretmenim…”
“Peki neden öğretmenim diyorsun bana?”
“Herkes öyle dediği için. Ama siz bana öğretmiyorsunuz yine de.”
“Ne yapıyorum o zaman?”
“Benden izin istiyorsunuz.”
“Ne için?”
“Okumam, yazmam hesap yapmam için.”
Öğretmenimiz gülmüştü. Ama daha şimdiden her an kızmaya hazır bir gülüştü.
Çok küçüktü daha, sevimliydi benim aksime. Ve yine benim aksime, farklıydı.
Ve bu onun için pek iyi olmayacaktı. Büyüyecek, en azından görünüşü sıradanlaşacaktı. Ya da belki güzel bir kadın olacağı için daha kötüye gidecekti her şey. Sevimli olmayacaktı, çekici olacak, bunun için de içten içe korkulacaktı. Fikirlerinin çekiciliğinin fark edilmesi için güzelliğinin kıymetini hiç bilemeyecek, gerçekten sevildiğinden emin olamayacaktı. Ama ben onu hep sevmiş ve seviyor olacaktım.
Artuk yanında otursam da pek fark etmeyecekti kafamı arkama çevirmeye gerek olmayışı dışında. Arkaya çevirmesem de hep gözlerini arrayacaktı gözlerim.
Ama hiç bulamayacaktı. O hep ileriye kendi zihnindeki bir yerlere bakıyor olacaktı.