İncilerle bezenmiş gümüş bir kupanın içindeki basit görünen ve kokan, yüksek dağlardan gelmiş tertemiz ve tatlı su gibiydi. Onu herkes severdi bir zamanlar. Oysa şimdi…
Elini boynundaki gümüş muskaya götürdü. Ne yapacaktı şimdi?
“Keşke kötü birisi olsaydım,” diye geçirdi içinden.
“Keşke onların yapmış olduğumu söylediği bir tek şeyi olsun yapmış olsaydım gerçekten.”
Kime neyi kanıtlayacaktı?
İstemiyordu ama. Kimseyle mücadele etmek, kendisini insanlara kanıtlamak istemiyordu. Gidecekti… Sadece oralardan uzaklaşmak istiyordu. Ama bu uzaklaşmanın sadece bir ara olduğunu da biliyordu. Eninde sonunda geri dönmek zorunda kalacağını…
Hayat böyleydi çünkü. Aşamadığın bir şeyi daima karşına çıkartırdı.
Gözyaşlarındaki tuzu diliyle kontrol ettikten sonra yoluna devam etti.
Tüm bunları başına getiren kişiyi hafiflemiş adımlarla onun gitmesi gereken yere giderken görmeseydi…
Bu kez elini kararlı bir şekilde muskasına attı. Ne yapacağını biliyordu. Muskayı ağzına götürüp fısıldadı… Bir şiir okur gibi söyledi sözünü.
“Zincirler çözülsün halka halka.
Dereler buharlaşsın damla damla.
Kanı hatırlatsın sözünü ona.”
Muskadan gümüş iplikler çıkarak havada dağıldı. Başka bir şey yapmasına gerek kalmayacaktı.
Tüm bunları izleyen bir kedi kafasını kaldırıp bıyıklarını oynattı. Bıyıklarının konuştuğu dili bilen biri onu anladı:
“Benim kuyruğumu ve kulaklarımı kökünden kesen pisliği cezalandırmak, ona ahlakı hatırlatmak için muskam yok ama…” demişti kedi.
Onu anlayan kişi güldü. Onun da muskası yoktu. Bir muska yazması sadece yoksunluklarına yoksunluk katmış, sahip olamayıp hayal ettiği bir şey daha eklenmişti o yüksek yığına.
Kedi yine bıyıklarıyla konuştu:
“Ama ben varım.”
Yoktu, o da yoktu.
Var mıydı?