“Yurt” dedikleri, çorak bir toprak parçasından ibaretti. Oysa onlar göçebe falan değillerdi. Aza kanaat etmeye çalışan, durumlarını iyileştirmek için en ufak bir eylemde bulunmayan insanlardı sadece. Tembeldiler. Aslında çok çalışıyorlardı; ama boş yere çalışmanın neresi mantıklıydı?
İyi ki oradan geçiyormuşum… İyi ki geceyi geçirmek için içlerinden birisinin kapısını çalmışım…
Tanrı misafirini geri çevirmeyip zaten az olan yiyeceklerinden bana verdiklerinde, onlara acıyıvermiştim. Aslında tam olarak acımak değildi. Bir şeyler yapmak istedim onlar için. Acımakla karıştırdığım duygu, saygı duymadan oluşturduğum sempatiydi. Saygı duymamıştım; çünkü durumlarını iyileştirmeyi düşünmemişlerdi bile. Onların yerine ben mi düşünmeliydim? Anlaşıldığı kadarıyla öyle olacaktı.
Önce topraklarını verimlileştirmeye çalışacaktım. Solucan bulup getirdim, onları çoğaltıp topraklarına dağıttım. Sonra tarım yöntemleri öğrettim…
Sonra yoluma gittim…
Dokuz-on yıl sonra tekrar yolum düşmüştü oraya. Bolluk içindeydi ‘yurt’ dedikleri yer.
Beni görüp tekrar buyur ettiler. Aynı eve gittim. Aynı insanlara…
Bu kez verdikleri, küflü bir peynirle bayat bir ekmekti sadece.
Güldüm. Kendime kızmak üzere iken durdum.
Benim doğam buydu, onlarınki de o. İnsan sever biri olmadığımı söylerdim her fırsatta. Oysa aptalın tekiydim. İnsanları hala sevebilen bir aptal…