Kırmızıyı çok severdi. Tepeden tırnağa kırmızı giyerdi. Sadece ayakkabıları siyah olurdu. Ortalarda görünmesini gerektiren bir işi yoktu. Radyocuydu. Sakin bir sesi olan; ama şu buğulu sesli bildik radyoculardan olmayan bir radyocu…
Aslında psikoloji okumuştu ve radyoda rumuzla arayan insanların dertlerini dinleyip onlara sorular soruyordu.
Programının adı da “Salyangoz”du. Kulaktaki işitme sinirlerinin olduğu bölge…
Her gece 02.00 ile 03.00 arasında program yapardı ona ihtiyacı olacak insanların bir türlü uyku tutmayan insanlar olduğunu düşünerek. Doğruydu. Epey dinleyicisi vardı. Ülkede epey uykusuz insan olduğunu gösteriyordu bu da.
Neler anlatmamışlardı ki ona!
Tedavi olma umuduyla değil, dinleyen biri bulma mutluluğuyla anlatıyorlardı anlatacaklarını. Sadece üzüntülerini anlatmıyorlardı. Aslında tahmin edilemeyecek kadar çoktu mutluluğunu yakınlarıyla paylaşamayıp ona anlatan.
Aralarda şarkı çalmazdı. Ya baterisiyle, ya da ağız mızıkasıyla doğaçlama sololar çalardı. O anki ruh halini dinleyicilerine aksettirip onların anlattıklarını tabiri caizse kendisince tamir edip geri yansıtabilmek için.
Sıradan radyocularla uzaktan yakından hiçbir benzerliği yoktu. Sesini tüm avantajlarıyla kullanabilmek, akıcı konuşabilmek için kırk takla atmıyordu onlar gibi. Yine de boğaz temizlemesi bile çekici, nadir insanlardan biri olmayı başarıyordu.
Yalnız bir insandı. Yalnız olmak istemeyen yalnız bir insan…
Herkesi dinlese de kimseyi sevmeyi başaramayan, yalnız bir insan…
İçinde, uzaklığı sırtında bir türlü katlanamayan bir kamp çadırı gibi taşıyan, yalnız bir insan.
Dinleyen ama anlatamayan, yalnız bir insan…
Bu insan, yaptığı radyo programlarının birinde bir telefon almıştı.
Telefonda hiçbir ses yoktu. Nasıl olmuşsa telefonları kontrol eden görevlide de görünmemişti numarası. Radyo programında bir dakikalık bir sessizlik olmuştu. Birkaç kere ‘alo’ dedikten sonra yaklaşık bir-iki dakika susmuştu. Bir nefes sesi bile gelmiyordu karşıdan ama o sessizlik onu rahatlatmış, sırtındaki kamp çadırını kıpırdatmıştı kapanması için. Telefon kapanmış, çadırın kıpırtısı durmuş, sessizlik bozulmuştu.
Ertesi gün yine gelmişti telefon.
Bu kez, ona nazire olsun diye, mızıkasını çalacağı dakikaları sessizlikle geçirmişti o da.
Ertesi gün yine… Ondan sonraki gün, ondan da sonraki gün…
Bir gün, o sessizlik telefon etmemişti.
Dünyası başına yıkılmıştı. İşte yalnızlık asıl böyle bir şeydi, anlamıştı.