13.03.2024

Birinci Bölüm:

Okula gitmeden bir saat önce uyanırım. Odamda sessizce çalışmak için en güzel zamanlar. Bu saatlerde kodlama işlerini yapıyorum. Nasıl olsa klavyemin tıkırtısı kimseyi rahatsız etmiyor. Bir saat sonra okula gideceğim ve bir sürü dersten sonra tekrar evime dönene kadar robotumdan uzaklaşmak zorunda kalacağım. “Robotum,” diyorum çünkü onu kendim yapıyorum. Neredeyse bir buçuk yıldır onunla uğraşıyorum.
Tamam, derslerim de çok iyi ama okul ortamını sevmiyorum. Bir türlü sevemedim işte. Bir sürü kalemin ve silginin birleştikçe yoğunlaşan kokusu, tebeşir sesi, sınıftaki çocukların isteksizlikleri ve kendilerini mecbur hissetmelerinin o gerginliği.
Zaten işte o mecburiyet yüzünden teneffüslerde bu kadar gürültülü oluyor her yer. Onun için bağlarından çözülmüş mahkûmlar gibi mutlular. Yapabildikleri her saniyeyi değerlendirmeye çalışıyorlar. Tıpkı benim gibi. Ama tabii ben teneffüste değil de evimde böyle hissediyorum. Robotumu bitirmeye mecbur değilim çünkü. Bunu kendim istiyorum.
Bir de çocukların okulda oynadıkları oyunları hiç sevmiyorum. Bu kalabalıkta nasıl mutlu olabiliyorlar, nasıl böyle bağırıyor, koşuyor, amaçsızca oynayabiliyorlar? Oynadıkları oyunların hepsi amaçsız olmasa da hepsinde bir tür gerilim var. İşte ben bu gerilimden hoşlanmıyorum. Acaba ne kadar gergin olduklarının kendileri farkında mıdırlar? Farkında olsalar ne olacak ki. Hiçbir şey değişmedikten sonra ne önemi var.
Ben de teneffüslerde genelde tek başıma okuldaki küçük şeylerle ilgileniyor, bahçedeki kontrollü tabiat parçasıyla teselli olmakla yetiniyorum. Daha ne yapabilirim ki? Okulda robotumla ilgilenmek istemiyorum. Hem dikkatim dağılır hem de o mutsuzluğun içinde mutlu olduğum bir şeyi karıştırmak uygun olmaz. Tabii bir de onu boşu boşuna güvenilmez bir ortama sokmanın bir anlamı yok.
Nadiren diğer çocuklarla ufak tefek oyunlar oynadığım olur. Bazen hoşuma giden oyunlar oynayabiliyoruz çünkü o zaman genelde benim icat ettiğim bir oyunu oynamayı kabul ediyorlar. Evet, diğer çocuklar oynarken bazen zihnimde oynamayı hayal ettiğim oyunlar tasarlarım. Nadir olarak da onları diğerlerine anlatır, ilgilerini çeker ve denemek isterlerse de bu oyunları onlarla oynarım.
Aslında beni elebaşları olarak kabul etseler daha çok oyunlar oynardık da kimse bir kızı lider olarak benimsemez ki. Gerçi böyle bir şey yapmayı denememiştim ama muhtemelen öyle olur, hem boşu boşuna başarısızlığa uğrar hem de robotu ve dersleri için kullanabileceği enerjisini gereksiz bir şey için harcamış olurum. Ne yapacağım ki? “Beni başkanınız seçerseniz size yepyeni oyunlar oynatırım,” diye etrafta mı dolaşacağım?
Daha on yaşındayım. Böyle şeyler için çok erken. Aslında bunlar için hiç zamanım yok. Ama kendimi bildim bileli, yedi yaşından beri kodlama yapıyorum. Okuyup yazmayı beş yaşındayken öğrendim ama kodlamanın mantığını babam bana çok daha küçük yaşlarda öğretmeye başlamıştı. Söylediğine göre küçük oyunlarla. Ne de olsa kendisi bu işten para kazanıyor. O zamanlar serbest bir yazılımcıydı. Yaklaşık üç buçuk yıldır da iki kişilik bir şirketi var. Süleyman Amca’yla birlikte robot yapıyorlar.
Annem de bir veteriner. Büyük bir hayvan hastanesinde çalışıyor. Diğer arkadaşlarının söylediklerine göre çok iyi bir doktor. Annesinin arkadaşlarının ona duyduğu saygı beni çok gururlandırıyor. Annemi hafta sonları iş yerinde görmeye gittiğim her defasında bu saygının sebebini tekrar tekrar anlıyorum. Hayvanlar annemi o kadar çok seviyor ki, insan hayret ediyor. Gereksiz hiçbir şey yapmadan onları sakinleştirebiliyor. Onları iyileştirdikten sonra ihtiyaçlarına göre sevgi verip her şeyi hallettikten sonra veda edişinde antik bir şifacının şefkati var.
Annem evde de böyle. Etrafımızdaki insanlar babamla nasıl anlaştıklarına şaşırdıklarını söylüyorlar. Oysa şaşacak bir şey yok ki. Evet, ikisi farklı insanlar gibi görünüyorlar ama aslında hiç de öyle değiller.
Bilgisayarda yapılanlar ruhsuz görünse de babam ve ben hiç de öyle düşünmüyoruz. Şu evrende her şeyin bir ruhu var, programların ruhu neden olmasın? O ruhu onlara kodlama bilgileriyle kazandırıyor, hatta belki de sadece açığa çıkartıyoruz. Annem de hayvanların ruhlarını sağaltıyor, onların hayatta ve mutlu olmalarını sağlıyor.
Evet, iki şey aynı değil tabii ama insanların düşündüğü kadar farklı olmadığı da kesin. Hayvanlarla aramda hep bir tür mesafe olmuştur. Evet, evin etrafında dolaşan sokak hayvanlarına neredeyse yürümeyi öğrendiğimden beri yemek verdiğim doğru. Yine de şu ana dek belli bir hayvanla özel bir dostluk kurmadım. Evdeki kedi annem ve ağabeyimden başka kimseyi yanına pek yaklaştırmaz. Kedimizin adı Yelek. Bu ismi ona babam koydu. Annemin omuzlarında bir yelek gibi durur bazen, işte ismin sebebi bu. Babama bazen kendisini sevdirdiği doğru ama çok büyük ihtimalle kedi annemin hoşuna gitmek için böyle yapıyordur. Belki de ona yaklaşsam, okşasam sert bir şekilde reddetmez ama onun en çok sevdiği insan annem ve ağabeyim. Buna saygı göstermem gerek. Ne de olsa o bir oyuncak değil.
Yaptığım robotu bana oyun arkadaşı olması için tasarlıyorum. Tasarladığım oyunları birlikte oynamak ve sorunlarıma analitik çözümler bulmakta bana yardım etmesi için… Ama belki de hayvanlarla kuramadığım o özel bağı telafi etmeyi içten içe çok istediğim içindir.
Babamın tasarladığı yapay zekâ programını robota uyarlıyorum. Bu işte iyileştikçe kendim de üzerinde geliştirmeler yapacağım elbette. Şimdilik babamın tasarladığı öğrenebilen bir yapay zekâ benim için yeterli. Zaten daha iyisini yapmak için çok çalışmam gerek. Bu tasarım üzerinden yapay zekâ teknolojisine dair bir sürü şey öğrendim ve hâlâ öğrenmeye devam ediyorum. Tıpkı babamın tasarladığı yapay zekâ gibi. Birçok insanın hayatlarında çok sonra öğrenebileceği değerli verilere ulaşmak benim için kolay. Gerçekten çok şanslıyım. Bu şansı değerlendirebildiğim için de kendimle gurur duyuyorum.
Babama ve Süleyman Amca’ya düzenli aralıklarla yaptıklarımı gösteriyor, onlardan fikir alıyorum. Bu fikirler sayesinde robotun tamamlanmasına en fazla bir hafta kaldı.
Gövdesini esnek olması için annemle babamın çocukluklarından beri birbirlerinden bağımsız olarak yapıp evlendiklerinde birleştirdikleri Lego koleksiyonunu kullanıyorum. Bazı önemli olan parçaları, beyni ve güç kaynağını korumak için üç boyutlu yazıcıdan yaptırdığım muhafazalar dışında tüm kısımları Lego parçalarından oluşuyor. Ayrıca bu parçaların yapay zekânın yönlendirmesiyle yer değiştirmesini sağlayacak manyetik bir düzenek yaptım. İşte bu tamamen kendi fikrimdi. Lego parçalarını teker teker değiştirip koleksiyonu bozmak zorunda kalsam da robotun gerçekten çok iyi olacağını bildiğimden bu hiç önemli değil. Zaten annemle babamın bu konuda en ufak bir itirazı yok. Aksine, sağ olsunlar, benimle gurur duyduklarını her fırsatta söylerler. Evet, ikisi de zamanında koleksiyon yaparlarken Lego setlerinin her bir parçasına özen göstermişler, onlarla defalarca oynamışlardı ama artık bambaşka işleri, ilgi alanları var ve bu parçalar sayesinde çocuklarından biri olan ben onlarla önemli bir şey yapacağım. Bu da onlar için basit bir nostalji duygusundan çok daha önemli. Öncelikleri daima çocukları olan ailelerden birine sahip olmak… En çok bunun için kendimi şanslı hissediyorum.
Bu arada ağabeyim benden beş buçuk yaş büyük. Adı Can. Benimki de Tin. Genelde bir isim olarak kullanılmıyor. Hatta çocuklar ismimle alay ediyor ama ben ismimi seviyorum. Çünkü ismimin ailem ve benim için özel bir anlamı var. Ruh, can ya da nefes demek. Bana bu ismi ağabeyimin ismiyle uyumlu olması için koymadılar. Ya da ağabeyimin ismi sıradan ve her yerde duyulan bir isim olduğu için konmadı. Bize bu isimleri hayatlarında en çok önemsedikleri şey olan ruh kavramını bizlerle yaşatmak için koydular. Ağabeyimle yaşıt olmasak da çok iyi anlaşırız. Bana hiç büyüklük taslamaz. O da benim gibi diğer çocuklarla çok uyumlu değildir. Çoğu zaman kendi alemindedir. Diğerleriyle bir sorunu olduğundan ya da onların yaptıklarını tuhaf karşıladığından değil de okumayı çok sevdiği için. O da annemizin izinden gidiyor, hayvanlarla daha fazla ilgilenip şimdiden onlar hakkında kitap ve dergiler okuyor. Hayvanlar hakkında öğrenilecek o kadar çok şey var ki, ağabeyimin söylediğine göre bunun için ömrü yetmez. Benim de kodlar ve elektronikle ilgili öğreneceklerim için ömrüm yetmeyecek. Bu harika değil mi? Böylece hiçbir şey sıkıcı olmayacak. Madem hiçbir şey sıkıcı olmayacak, o zaman bunun tadını çıkartmak için kolları sıvamak gerekmez mi?
İşte ikimiz de öyle yapıyor, ilgilendiğimiz şeylerin tadını çıkartıyoruz.
Okula kendi başıma gidiyorum çünkü yürüyerek gidilebiliyor. Eve on-on beş dakika uzak olmasa muhtemelen servisle giderdim. İyi ki öyle değil. Robotumdan sadece on beş dakika uzakta oluyorum çünkü. En fazla yarım saat…
Ama o gün çok daha fazla uzak kalsam da umursamayacaktım. Çünkü hayatımı derinden etkileyen bambaşka bir şeyle tanışacaktım.
Okul bahçesinin dışına adım attıktan birkaç metre sonra bir ses duymaya başlamıştım. Durup kulak kesilince bu sesin bir kargadan çıktığını anlayabilmiştim. Tereddüt etmiştim çünkü bu karganın sesi kulağa sanki soğuk almış gibi geliyordu. O kadar farklıydı ki, eğer kargaların seslerine her zaman dikkat etmesem, onları dinlemek için özellikle kulak kabartmasam mümkün değil tanıyamazdım. Karga sesini o kadar severim ki anlatamam. İnsanlar birinin sesini beğenmediklerinde neden karga sesiyle karşılaştırdığını hiç anlayamıyorum. Oysa o kadar kişilikli sesleri var ki. Hem hiç detone değil, o kadar istikrarlı çıkıyor ki. Her işitişimde beni daima koruyacaklarını, güvende olduğumu düşünürken buluyorum kendimi. Oysa bunun akla yakın olmadığını biliyorum. Tabii ki biliyorum ama böyle hissediyorum. Eskiden annemle babamın her zaman her şeyi halledebilecek kadar güçlü olduğunu düşündüğüm zamanlar olduğu gibi.
Etrafıma bakıp karganın nerede olduğunu anlamaya çalıştım. Sesi nereden geldiğini anlayamayacağım kadar uzaktan geliyordu. Sadece hareket etmediğini anlayabiliyordum. Ya da edemediğini…
Kulak kabartıp sesinin izini sürmeye çalıştım. Sanki “sıcak-soğuk” oynuyordum. Yürüdükçe ses bir uzaklaşıyor, bir yakınlaşıyor gibiydi. Havanın sesi taşıması, çevredeki gürültü… Sanki hepsi onu bulmamı engellemeye çalışıyordu. Yine de annemi düşünerek vazgeçmeden aradım. Onun da öyle yapacağını biliyordum. Hem acil bir işim yokken aramaya devam etmek için tereddüt etmem bile tuhaf olurdu. Ona yardım etmek sorumluluğumdu.
Bana yarım saatten fazla gelen bir süreden sonra kargayı yüksekçe bir dala ayağından paslı bir telle bağlanmış durumda buldum. Bunu kim neden yapmış olabilirdi bilmiyordum ama en azından şimdilik düşünmem gereken bu değildi. Karga ayağını kurtarmaya çalışırken kanatmıştı. Ona daha fazla zarar vermeden teli nasıl keseceğimi düşünmem gerekiyordu asıl. Çantamda makas vardı ama küçük ve kalitesizdi. Yine de zorla da olsa kesileceğini düşünüyordum. Karga benim ona zarar vereceğime karar verirse mahvoldum demekti. Gagası, kalan ayağı hatta kanatlarıyla bana epey zarar verebilirdi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir