Hücremde ayaklarımı uzattım. Daracık, pis ve karanlıktı ama en azından ayaklarımı uzatmak istersem yerim vardı. Pisliğimi boşaltabileceğim dipsiz gibi görünen bir delik olduğu için her fırsatta şükrediyordum. O iğrenç olmakla birlikte hayat kurtarıcı olan delik arkamda kalmıştı. Kokusuna alışmıştım. Ama yemeklere bir türlü alışamıyordum. Gardiyanların öldürdüğü böcek ve farelerle besleniyordum. Her defasında bana pis pis gülerek ortalarda öldürülecek böcek ve sıçan olması için dua etmemi söylüyorlardı. İyi ki zehirlemiyorlardı onları. Haşere öldürmek can sıkıntılarını geçiştirmek için tek spordu ne de olsa. Tek mahkûmları bendim. Bana istediklerini yapabiliyorlardı. Tecavüz edemeyecekleri kadar kirli değildim. Her tecavüz öncesi ve sonrası hortumla yıkıyorlardı. Kurtulmak falan istemiyordum. Derhal ölmek istiyordum. Suçumu bile hatırlamıyordum. Bir suçum olup olmadığına bile emin değildim. Kim olduğumu bile zar zor hatırlıyordum. Ne kadar orada tutsak olduğumu bilmediğimi söylememe gerek bile yoktu. İsmimin hiçbir önemi olmasa da, bana ismimle seslenmiyorlardı, sadece onu hatırlayabiliyordum. Su… Kendime ilişkin hatırladığım tek şey adımdı. Ama bu yetmiyordu işte. Kaynar suya atarak biraz haşlamak zahmetine katlandıkları fare ve böcekler yemeye, her gün tecavüze uğramaya, hortumla yıkanıp bir deliğe tuvaletimi yapmaya neden katlandığımı bilmem gerektiğini hissetsem de bir şey yapamıyor, zihnimi zorladığımda orada hiçbir şey bulamıyordum.
Üç gardiyanım vardı. Üçü de nasıl oluyorsa iri yarıydı. O kadar iri kalmalarını sağlayacak yemeği nereden bulabiliyorlardı! Neden bana o yiyeceklerden vermiyorlardı? Neden her akşam üzerime çullanıyorlardı? Bana bu kadar kötü davranmalarını sağlayacak ne yapmıştım?
Ayaklarımı uzattığım, bir an olsun rahatladığım o an farklı bir ses duydum. Başka bir adamdı. Sert ve buyurgan sesiyle onları sindirmişti. O an aklıma bağırmak geldi. Belki beni kurtarabilirdi bu adam. Ya da daha iyisi, öldürebilirdi.
Her akşam çığlık atmaktan tarazlanmış sesimle çığlık atmaya başladım.
Adamın;
“Bu kim?” dediğini duydum.
İçlerinden en irisi;
“Köyün dışında bulduk,” dedi.
“Suçu ne?”
“Yaşamak…” diyerek güldü diğerleri.
“Haşereler!” diye bağırdı adam.
Kapıyı açıp yüzüme baktığında ona yalvardım;
“Lütfen! Öldür beni!”
Gözlerime bakan adamın gözlerinden beni öldürmeyeceğini anlamıştım. Ama bundan sonra asla kurtulamazdım.
“Özür dilerim,” dedi adam.
Yüzüne baktım.
“Öldür beni!”
Adam durakladı.
“Seni kurtaracağım!”
Sonra beni kucağına alıp götürdü. Yolda bir yerde uyuyakalmıştım. Hareketli bir odada uyandım.
“Burası neresi?”
“Arabam. Seni eve götürüyorum. Artık benimle yaşayacaksın. Güvende olacaksın.”
Gürültülü bir yerdi. Önünde yuvarlak bir şeyi çeviriyor, ayaklarını yassı çubuklara basıyor, arada sırada bir çubuğu itip çekiyordu ve camdaki görüntü hareketleniyordu. Yani hareket ediyorduk. Yine sızmıştım. Uyandığımda kucağında, bir yere taşınıyordum.
***
Adım Su’ydu. Arabalara, makinelere ve doğru düzgün yemek yiyip tecavüze uğramamaya alışmıştım. Tuvaletimi artık güzel kokan bir odadaki parlak bir yere oturarak yapıyor, sıcak suyla yıkanıyor, temiz kumaşlarla kurulanıyordum. Ama kurtulmuş değildim. Hâlâ ölmek istiyordum.
Bir gün beni oraya götürmesini istedim. Yine üçünü gördüm. Yine haşereleri öldürüyorlardı. Korkuyla hücreye girdim, yığılmış ölü haşereler dışında hiçbir şey yoktu. Artık onları yiyecek birisi yoktu. Canlı haşereleri de kurtarmalıydım. Onları kurtarabilirsem belki ben de kurtulabilirdim.