Yeşil bir halıdan geçerek gidiliyordu odama. Başka bir şeyin de önemi yoktu kanımca. Yerden başka bir tarafa bakmazdım. Benim de burada olmamın nedenlerinden birisi de buydu. Yatağım bile yerdeydi ve yüksekliği yaklaşık, hatta neden yaklaşık olsun, sekiz santimetreydi.
Belki de bunun için, çocukları, özellikle bebekleri, pek severdim. Onları görebilirdim çünkü.
Oynayışlarını, emekleyişlerini, ağızlarından akan salyayı… Severdim bebekleri.
Bir göz doktoruna gitmiştim elbette. Aslında bir düzine… Hepsi gözlerimin normal çalıştığını, sorunun zihinde, ruhta olduğunu söyledi.
Eh, adı üstünde… Ruh ve sinir hastanesi…
Ruhun hastanesi mi olurdu oysa? Saçmalıktı bunlar. Bu yazdıklarımı yazdığım zamanlar yaklaşık on üç yıldır burada kaldığımı söyleyebileceğim zamanlar… Tanrı dedikleri muamma izin verirse, ömrümü burada bitireceğim büyük ihtimalle.
Ben bilmem. Ben yere bakarım… Yerde olmaz tanrı manrı. Derler ya hep, “Tanrı göklerdedir,” diye… Onun için ben anlamam tanrıdan manrıdan.
Bir sürü şey düşürüyorlar insanlar yere. Hatırlıyorum. Dinlediğim bir Kel Oğlan filmi vardı yıllar önce. Orada bir “Tırtıl” vardı. İşte o Tırtıl benim; ama ben ne onun kadar huysuz görünümlü, arkadaşa ihtiyacı olan bir mahlukum; ne de tamamen huysuzum. Ben umursamıyorum o kadar. Ya da çok umursuyorum. Ya da sadece rahatımı düşünüp; deliliğimle bir şekilde yaşamanın yolunu kimseye ilişmemekte bulmuşum.
Bir Kel Oğlan’ım da yok bana muhabbetle bakacak. Belki de…
Boş versene… Tek bildiğim huysuz olamadığım. İyi huylu bile sayılabilirim. “Gel,” derler gelir, “Git,” derler giderim. “Al şu ilacı iç,” derler içerim.
Ama…
“Bak şu göğe!”
“Yıldız kaydı, haydi dilek tutalım!”
“Şu gökdelenin tepesinde bayrak ne güzel görünüyor!”
“Kuşlara bak! Şu ne kuşu, biliyor musun?”
dedikleri zaman çıldırırım. Bakamadığım, göremediğim, düşünemediğim şeylerdir bunlar.
İşte o zaman ağzım köpürür ve…