Uyandım…
Neredeyim bilmiyorum; ama kendi soluğumdan farklı bir sürü soluğun kokusu var etrafımda. İlk farkında olduğum şey bu. Ne var ki, bu yabancı soluk kokuları bana son derece aşina geliyor. Yani başka nefeslerin kokularıyla uyuyup uyanmak hep yaptığım bir şey olmalı. Beni rahatlatıyor bu çıkarımım, huzurla bir nefes veriyor, soluk kokularına kendiminkini bir nebze daha ekliyorum.
Evet, hiçbir şey anımsamıyorum; ama çıkarım yapabileceğim duyusal ve duygusal kerterizlerim var benim, hiçbirini tam olarak algılayamasam da… Sensörlü ışıklar gibi, sadece menzillerine girildiğinde kendilerini gösteren kerterizler bunlar. Sensörlü ışıkları bildiğimi bile bilmiyordum. Senin ya da sizlerin bileceğinizi de bilmiyorum. Umarım biliyorsunuzdur, umarım anlamışsınızdır demek istediğimi.
Sesler… Nefeslerin sahipleri de uyandılar. Hangi dilde konuşuyor bunlar? Farklı diller… Nasıl bildiğimi bilmesem de bildiğimi biliyorum. Hepsini anlamıyorum. Bazılarını biraz anlıyorum.
‘Merhaba!’
Neden bağırdıysam?
Cevap gelmedi önce. Ve… yaşlı bir kadın yaklaşıyor…
Konuşuyor, benim dilimi konuşmasa da anladığım bir dille konuşuyor. Her kelimesini anlamıyorum; ama meseleden haberdar olabiliyorum sonunda. Kendi meselemden başkasının sayesinde haberdar olmak… Meselemi hatırlayamamak…
Efendim… Tuhaf bir durumla karşı karşıyaymışım. Ben bir hapishanedeymişim meğer. Film gibi…
‘Şimdi bak, bir kadın var tamam mı? Kadın da Hülya Koçyiğit…’
Onu bile diyemiyorum ki. Neye benzediğimi bile bilmiyorum çünkü…
Neyse…
‘Bu kadın bir hapishaneye düşmüş. Valla suçunu tam bilmiyorum. İşin garibi bu kadın orada ne işi varsa, Tayland’daki bir cezaevine düşüvermiş. Bak Allah’ın işine şimdi… Bir bebeği boğuyormuş kadın galiba; ama inanamadım. Bebek öldü mü bilmiyorum. Galiba filmin sonunda belli olacak…’
Ya da kitabın… Bu bir kitap, bir roman olmalı; çünkü nasıl bir tipim olduğunu bile bilmiyorum. Eh, kitabı okuyan hayal etsin değil mi…
Sözcükler… Sadece anlayabildiğim sözcükleri duyabildiğim balta girmemiş bir sözcük ormanında, yalın kulak dolaşıyorum. Sözcükleri kesip alıp onları anlamsızlıkla param parça edip öldürüyorum.
Volta atıyorum, prangalarım şıkırdıyor, hoş bir ses; ama ayak bileklerim acıyor. Gardiyanlarla mahkumların seslerini hemen tanıyorum, bakmasam da… Sonra birisi, bir gardiyan gülüyor ve artık bakmadan tanıyamaz oluyorum.
Sonra… Erkek bir gardiyan var, adam beni istiyor, arzusunu hissediyorum bakışlarından. Yanına gidip eline dokunuyorum. Hoop… Arzudan bir kelepçeyle buraya bağlayıveriyorum onu. Uzadıkça uzayan bir kelepçe bu. Belki bir anda çözülebiliyordur…
Ama anlıyorum. Bir anda çözülmüyor bu. Belki başka birisiyle yer değiştirince çözülecek. Adamın hobisidir belki kelepçelenmek…
Sonra bebeği düşünüyorum. İçim titriyor. Benim bebeğim o, biliyorum. Sensörlü ışık söyledi. Suçluluğun kızılıyla yanan bir ışık bu. Işığa gözlerimi ayırmadan bakıyorum. Güneş değil ya bu… Baktığımda görüyorum ki, onu öldürmeye çalıştığım için değil de; doğurduğum için suçlu hissediyorum. Çekmeliyim cezamı. Evet, çekmeliyim! Yaşıyorsa bulup tekrar öldürürüm çünkü onu. Biliyorum. Ömür boyu burada kalmalıyım hem de; pişman olmayacağımı biliyorum. Kim bilir, belki rehabilite olabilirim… Olabilir miyim gerçekten?
Sanmıyorum; ama burada, bu durağanlığın ortasında her şey değişiyor olmalı. Ne de olsa hayat zıtlıklarla dolu.
Bir yerde, tenhada bir yerde, o gardiyan bana da bir kelepçe takıverdi. Kendi kelepçesini de derisine perçinledi. Acı da çekmedi hem. Çektiyse bile, yani o zirveden düşme haline acı denebilecekse, çok kısa süren bir acı… Ben de aynı acıdan çektim… Güzeldi…
Sonra aldı beni bir düşünce…
Ya başka bir kızıl ışık yanarsa patikamda? Ya başka bir suçluluk lambası katılırsa sensörlü lambalarımın arasına? Ya başka bir… cinayet işlemek zorunda kalırsam bir daha?
Ne yapmalıydım acaba? Bu muydu beni rehabilite etmenin bir yöntemi? Hapishane yönetiminin değil tabii ki, yüce yaradanın…
Bekleyecektim. Başka ne yapabilirdim ki? O bölgelerde dolaşıp; kızıl ışığı devamlı etkinleştirmeye ve didik didik etmeye başlamıştım beklerken. Hem eşyanın tabiatı böyle olduğundan; hem de o zamanlar ne düşündüğümü, olanların kaynağını bilme ihtiyacımdan. Heyhat! Hatırlayamıyordum bir türlü. Kim olduğumu, nasıl birisi olduğumu anımsayamıyordum. Sadece bazen sarf edilen sözcükler bir şeyler çağrıştırıyordu şans eseri. İşte o zaman geçmişin izini sürmeye başlayabiliyordum. Sözcükler ekmek kırıntılarımdı benim. Bazen de ekmek dilimleri olup düştükleri yerdeki sensörleri etkinleştirip ışıkları yakıyordu. Seviyordum herbirini, bazen nefret etsem de sevmekten asla vazgeçmiyordum.
Sonra bir şey anımsadım… Artık başka bir şeyin önemi olmadığına karar vermiştim o hatıradan sonra ve anımsamaya çalışmaktan vazgeçmiştim. İşimi tamamlayamamıştım. Bebek ölmemişti. Sonra yeni bir şey öğrendim. Hamileydim. Hapishanede ikamet eden hamile bir kadındım şu meşhur kitaptaki.
‘İşte, kitabın sonunda kadın hamile kalıyo, öldürmeye çalıştığı bebek de ölmüyo, bi yetimhaneye falan veriyolardır herhalde. Kadın hapishanede kalıyo… Aslında var ya, bir kitap daha yazılması lazım. Eee, çocuğun babası ne yapacak, anlaşılacak mı kim olduğu, bunların hepsinin yazılması lazım.’
Ben, bunların hiçbirini merak etmiyordum oysa.
Mektup:
Sevgili anneciğim,
Bu mektubu sana, hocamızın verdiği bir ödev vesilesiyle yazıyorum. Ne yazık ki mektup yazacak kimsem yok senin dışında. Sen benim kimsem misin, o konuda bile emin değilim; ama bunu şimdilik görmezden gelmek istiyorum. Bir şekilde kendimi kandırıyorum işte.
Önce bildiğin şeylerden başlayayım: Ben on beş yaşına girdim. Yaşamaya devam ediyorum. Gerçi bunu tam olarak bildiğine emin değilim.
Şimdi de bilmediklerinden devam edeyim: Bir kızım. Cinsiyetimi bildiğini zannetmiyorum. Ya da hatırladığını… Söylenenlere göre hiçbir şeyi hatırlamıyormuşsun. Beni bile zar zor hatırlamışsın. Ölmediğimi bile aylar sonra…
Söylediklerine göre beni öldürmeye çalışmışsın, yapamamışsın. Benim için fark etmezdi. Onun için bu yüzden sana kızmıyorum. Ölseydim ben olmazdım zaten ve hiçbir sorun da olmazdı. Böyle şeylere takılmak bana göre değil. Ben daha çok günü kurtarmaya çalışıyorum. Zaten bu ödevi başarıyla tamamlama dürtüm olmasa sana yazar mıydım bilmiyorum. İşte bak, hala kendimi kandırıyorum. Tabii ki yazardım.
Belki bir gün ziyaretine gelebilirdim. Hala gelebilirim eğer istersen. Bu mektubu yazmasaydım aniden görecektin beni karşında. Madem yazdın, sana bu seçeneği de sunmak isterim. Gelmemi ister misin? Tabii ki istemezsin.
Anneciğim, sana bu mektubu senin dilinde yazmıyorum. Benim dilimi biliyor musun, onu bile bilmiyorum.
Bir kardeşim daha olacakmış; ama bir askıyla şişlemişsin onu doğmadan. Hatalarından ders alman güzel. Bende yaptığın gibi doğmasını beklememişsin. Onun için hiç emin değilim beni görmek isteyeceğine. Olsun, ne yapalım… Neden yaşamamı istemedin anne?
Anne, babam kim?
Anne, eğer bana bir isim koysaydın ne olurdu ismim senin dilinde?
Biliyor musun, ismimi kim koymuş bilmiyorum. Alelade bir isim, geçmişini bilmiyorum. Anlamı da belli değil. Yazmaya utanıyorum. Büyüdüğümde… Anne be, bana en azından büyüdüğümde kullanmam için bir isim yazabilir misin? Kendi dilinde olsun ama. Anlamını da yazarsan çok makbule geçer.
Hristiyan bir çocuktan hoşlandım anne. Ama çocuk devamlı tanrıdan bahsediyor. Bana kendi tanrımı soruyordu. Bilmiyorum, bilmediğimi söylüyordum. O da tanrısının kanatları altına sığınmam için davet etti beni. Kendimi bir vampir gibi hissediyorum anne. Davet edilmeden hiçbir yere giremiyorum sanki. Davet edilince bile, tereddüt ediyorum. Burada sadece doyuyorum. Beni buraya bağlayan bir şey yok. Çok kitap okuyorum. Onlar beni davet etmiyor hiçbir yere. Sadece ön kapaklarını açmak yetiyor. Arka kapaklarını kapatmak… Bitiriyor beni anne, tuhaf bir hüzün kaplıyor içimi bitirdiğim her kitaptan sonra.
O çocuk davet ettiği an uzaklaştım ondan. Biri ait olduğu bir yere davet edilmemeli anne. Bense her yere davet ediliyorum.
Anne, sakın beni kendi tanrının kanatları altına girmem için davet etme. Lütfen etme…
Ben senin rahmine davet edilmemiştim anne. Orada oluşmuştum. Öylece var olmuştum. Edilse edilse babam davet edilmiştir oraya.
Babam kim anne?
Kaldığın akıl hastahanesine beni davet etme anne. Ben orada bir gün peyda olmalıyım. Bir gün, ansızın karşına çıkmalıyım ve sen beni kokumdan tanımalısın. Beni gördüğün an, hayır hayır, kokumu aldığın an her şeyi hatırlamalı, sonra bana da anlatmalısın. Dilini bilmesem de dinleyeceğim seni anne. Sesini, sözcüklerini kaydedeceğim. Zaten onun için bomboş, bakir bir ses kayıt cihazı taşıyorum yanımda. Kamera taşımama gerek yok. Nasıl olsa neye benzediğini biliyorum. Çok güzelsin anne. İncecik yüz hatların var. Burnun küçücük. Gözlerin ifadesiz gibi görünüyor. Oysa olur mu anne? Gözler ifadesiz olabilir mi hiç? Ama iyi ki fotoğraf makinesiyle paylaşmamışsın duygularını. Ben de; ifadeni sana baktığımda canlı canlı göreceğim ilk defa. Tam da olması gerektiği gibi olacak her şey. Tıpkı bir kitap kapağı gibi açılacak gözkapakların ve bana bakacaksın.
Bu mektubu aldığında ne düşüneceksin acaba? Cevap yazacak mısın? Korkarım ki yazmayacaksın. Benden, beni öldürmeye çalıştığın için utanacaksın belki. Belki de umursamayacaksın.
Neden yaşamamızı istemedin anne? Neydi derdin? Korktun mu bizim için? İncinmemizden falan mı ürktün? Doğmak mı istememiştin yoksa en başında?
Neden anne?
Kendini kısırlaştırsaydın keşke. Cinayete gerek kalmazdı böylece. Yapamadın mı? İmkanın mı yoktu? Anne… Ya da intihar etseydin. Korktun mu? Ben de intihar etmeyi çok istedim; ama korktum anne. Bir de; davet edilmeyeceğim bir yer bulma ihtimalini kaçırmak istemedim. Hala bekliyorum anne. Hala umudum var. Ben çok güçlü olduğumu hissediyorum nedense. Tipik ergenler gibi olmayacağım anne. Sıradan birisi değilim çünkü. Biliyor musun, senin olamadığın birisi olmak istiyorum. Olmayı hayal bile etmediğin… Seninle rekabet etmek için değil anne. Nedenini ancak seni gördüğümde anlayabilirim herhalde; çünkü bilmiyorum.
Seninle konuşmayı o kadar çok istiyorum ki. Sana defalarca ‘anne’ demeyi… Yazmak yetmiyor, sesini de duymak istiyorum. Muhtemelen verilen ilaçlardan uyuşmuş olacaksın; ama yine de merak ediyorum seni. Bir şeyler anlat istiyorum bana. Anılar, fikirler,
herkesçe bilinen şeyleri bile, bir kez de senden duymak istiyorum. Belki o zaman, ancak o zaman ikna olabilirim.
Lütfen bana iki kere ikinin dört olduğunu söyle anne. Belki o zaman matematiğim daha iyi olur. Belki o zaman bir anlamı olur sayıların. Lütfen bana beni sevdiğini söyle. Onun için mi öldürmeye çalıştın beni; yoksa hiçbir şeyi sevemediğin için mi? Söyle anne! Bilmek istiyorum.
Bana kızgın olmadığını bir şekilde biliyorum. Herhangi bir şeye kızgın olduğunu bile düşünmüyorum. Sen sensin anne ve ben, bensem, seni seviyorum.