22.01.2020

Oyuncaklarımla oynarken; diğer yandan da kulağım onlardaydı. Birbirlerine bir şeyler anlatıyorlardı. Alçaktı sesleri, duysam da anlayamıyordum söylediklerini. Babam güldü. Çok güzel gülerdi. Annem de güldü. O daha güzel gülerdi. Birbirlerine güldüklerinde daha da güzel olurdu sesleri. Şimdi göremiyordum; ama birbirlerine yüzlerini buruştura buruştura bakarlardı güldüklerinde. Bazen babam annemin burnunu dürterdi. Annem de onun kafasına vururdu. Babam keldi de… “Şap” ederdi annem vurduğunda. Çok yavaş vursa da yine de ses çıkardı. Annem bu işte ustaydı.
Yumuşak bir koltuğun üzerinde bir bebek, onun koltuğunun altında da bir sürü asker vardı. Bir de babamın yerden topladığı tahta parçaları. Ona ben söylemiştim bir kez. O da her gün bir şeyler getirmeye başlamıştı.
Bebek, askerlere koltuğun üzerinden emir veriyordu. Aslında çoğu zaman karıştırmıyordum ama işte…
Tahtalarla askerlerin siperlerini, yatacak yerlerini falan yapıyordum. Oynuyordum işte.
Annem daha fazla gülmeye başladı. Babam da… Yanıma geldiler. Yüzüme bakarak gülmeye başladılar.
Neden gülüyorlardı? Biraz korkuyordum şimdi. Askerleri yere bıraktım. Onlara baktım. Anlatmıyorlardı bana. Sadece gülmeye devam ediyorlardı.
Sonra annem geldi, kafamı okşadı…
‘Bu evden çıkıyoruz yavrum, eşyalarını toplama.’
Bunu derken yüzü buruşmuştu; ama öyle babama bakarken olduğu gibi değil. Babamın aldığı bisikleti bir çocuğa çaldırdığımda baktığı gibi…
O zaman da bana bir şey dememiş;
“Çocuğa ahlak öğretmeyen anne-babayı Allah bildiği gibi yapsın!” demişti.
Babama baktım, onun yüzü koltuktaki bebeğin yüzü gibiydi. Koltuğa otursaydı, askerlere kalın sesiyle emir verseydi… Onlara hiç gülmeseydi. Kel kafasını kaplayan bir miğferi olsaydı. Annem kafasına vuramasaydı…
Ama o zaman kötü bir baba olurdu.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir