Onu bulduğumda erkeğimin başında duruyordu. Elinde binlerce kere saçına bağladığım saç bağı vardı. Ortasındaki taş batmakta olan güneşin ışığını çoğaltıyor, ışıl ışıl parlıyordu.
Aşağıya bir daha baktım. Kocam ölmüştü. Başında duran adamın diğer elindeki hançer hala böğründe saplı duruyordu.
Hançerin titremesine ve yüzündeki acıya bakılırsa, ölmeden katilini yaralayabilmişti. Onun hakkındaki ilk düşüncem ne kadar da genç olduğuydu. Daha ondan nefret etmeye bile başlamazken…
Sonra acı geldi…
Yıllarımı geçirdiğim adamın kaybı bana dev bir sığır gibi çarptı. Boynuzları kaburgalarımı ezmişti sanki. Sonra bir daha baktım bu yüze. Elindeki değerli taşa sevinemeyecek kadar sağlığından endişe eden, gençliği yaptığı şeyi hafifletmeyen yüze…
Kalktım. Topladığım sütleğenlerden çıkardığım yağı koyduğum boynuzu aldım. Yeterince seyreltilmişti, adamın kolundaki yaraya döktüm. Kanı duracaktı. Onu iyileştirmeye içgüdüsel olarak karar vermiştim. Aslında bir karar değildi. Dedim ya, içgüdüsel bir şeydi. Peki ya onu iyileştiren otun çayını içirseydim?
Bazı pislikler bir sürü balığı öldürüyorlardı bu otun suyuyla. Erkeğimin katilini de onunla öldüremez miydim?
Birkaç yudum çay işini halledebilirdi.
Onu iyileştiren ot, istediğim an onu öldürebilirdi.
Gevşemiş olan elinden, artık onun olan saç bağını aldım, ocağımızın hiç sönmeyen ateşinde o çok değerli taşı dağladım ve gencecik yüzüne bastırdım. Artık yüzünde unutulmayacak bir iz vardı.