Dükkana girdiğimde fark etmiştim onu içimdeki boşluğumla. Evet, ben içimdeki o boşluğumla görür, işitir, algılar, konuşurum. İşte o zaman da onu fark etmiştim. Ağır, dengeli, iyi tutuşlu bir bardak istediğini ilan etmişti ve raflardaki her bardağı kaldırmıştı teker teker. Sıra bana gelmişti… O an, dokunduğu an boşluklarımız birbirimize geçmişti. Kaldırmıştı beni diğerlerine yaptığı gibi. Üzerimdeki kabarık resmi anlamaya çalışmıştı önce parmaklarıyla. “İki insan…” demişti. O dalgın tavırla. Annesine sormuştu sonra. Üzerimdeki kalpten baloncukları çok sevdiğini söylemişti annesinin cevabını dinlemeden önce. Bir kızla bir oğlan vardı üzerimde. Mutluydular… Eli kulbumda olduğu için, içimdeki boşluğumla anlayabilmiştim bu tür bir mutluluğu yaşatmak için bile olsa beni alacağını.
Üzerimdeki resimler solup eridi. Kalpten baloncuklarım teker teker yok oldu; ama o her tutuşunda o resmi hatırlamaya devam etmekte hala. Bense, beni her eline alışında, boşluklarımızın birbirine geçişini…
Yıllarca kaldım onunla. İçimdeki boşluğa o kadar çok şey fısıldadı ki! O kadar çok şey öğrendim ki… Sadece ondan değil…
Dünyadan, durduğum raflardan, benden içen çok nadir insanın boşluklarından, ki hiçbiri onunki gibi geçmemişti benim boşluğuma.
Kavgalar geçti içimdeki boşluktan. Kahveler, çaylar, sular, tartışmalar, damlalarca gözyaşı…
Yumurta sarısının o iğrenç katmanıyla kirlendim defalarca. Çayın ve kahvenin tortusuyla…
Çok çabuk karardığımdan, özenle yıkanmam gerekiyordu. Yoksa boşluğum kapanıyor, algılayamaz oluyordum dünyayı. Her temizlenişimde yenileniyordum. Boşluğum hazır oluyordu her şeyi almaya, dolmamaya…