Hava, güneşin mayaladığı ekmek gibi kokuyordu. Kış ortasında böyle bir hava… Olacak iş değildi. Bu duruma şükredip üzerime hiçbir şey almadan apar topar çıktım evden. Mayalanan görünmez ekmekten ben de birkaç nefes çekmeliydim değil mi?
Planım yoktu. Biraz ıssız olan bir yoldan yürümek, ekmeği pek az şeyle paylaşmayı arzuluyordum. Egzoz kokuları bölmesin istiyordum burnumla aldığım lokmalarımı.
Yaşlı bir adamın bir bankında yapayalnız oturduğu, küçük bir parka benzer bir yere götürmüştü beni plansız ayaklarım. Adam, öylece oturuyordu. Üzerinde rengi belli olmayan bir pardösü vardı. Kendisine özen göstermekten vazgeçmiş, ya da kuvvetten düştüğü için kendisine yeterince özen gösteremeyen, ona özen gösterecek kimsesi olmayan, ya da yanında birileri olsa da; asgari derecede ihtiyacını görecek kadar önem verebilen insanlar bulunan biriydi.
Adamın yanından geçip gitmek istedim. Normal şartlarda yaşlılarla, aslında genel olarak insanlarla konuşmayı severdim ama bu defalığına hiç kimseyle hiçbir şey yapmak istememiştim.
Yine de adamın olduğu tarafa bakmak zorunda hissettim. Gözlerimle selamlamalı, onu gördüğümü, önemsediğimi belirtmeliydim. Oysa gözleri kapalıydı. Bir külçe gibi, ölü gibi yığılmıştı banka. Yoksa! Ölmüş olabilir miydi?
Yanına varıp seslendim. Duymamıştı. Eğildim, soluğu duyulmuyordu. Bileğinden nabzına baktım, yoktu. Bileği soğuktu. Adamcağız ölmüştü.
Ambulansı aramalıydım. Ne olur ne olmazdı. Belki de ölmemişti, kurtarılabilirdi. Arayıp gelmelerini bekledim.
Bir yandan da ekmeği solumaya devam etmekteydim.