01.11.2018

Onu sevmediğimi biliyor ama ondan vazgeçemiyordum. Peki neydi hissettiğim? Onu da bilmiyordum. Bazen sevmediğini bilmek yetmiyordu demek ki. Bazen sevmeyişinin bile üzerine gitmek gerekiyordu. Tamam da ne yapabilirdim ki?


Konuşmaya başladım. İpe sapa gelmeyen konular açıyor, onu lafa tutuyordum. Sırf sesini dinlemek, sözlerini işitebilmek; mantığını, bakış açısını anlayabilmek için. Ya daha çok sevebilmek; ya da;
“Bunu mu sevmişim ben,” diyebilmek için.
Peki ne fark etmişti? Hiçbir şey…Ben hâlâ onu sevmediğimi düşünüyor, hâlâ aklımdan çıkaramıyordum. Bir tek şey değişmişti, onu daha fazla anladığımı hissediyordum. Bundan hoşnut ya da hoşnutsuz değildim ama. Onu yargılayamıyordum; çünkü kafam tam çalışmıyordu yanında. Vazgeçemeyişimin nedenini bile bulamamışken; nasıl olur da benden onu yargılayabilecek bir kafa açıklığı beklenebilirdi ki?
Acaba, ben sevginin tanımını yeterince bilmiyor muydum? Ya da zihnimde yeterince bu tanımı oluşturamamış mıydım?
Mümkündü…
Bu tanımı kim oluşturabilmişti ki? Peki madem tanım oluşturamamıştım, sevmediğimi nasıl oluyor da düşünebiliyordum?


Bir gün, ona hakkımda ne düşündüğünü sordum. Durdu…
“Seni seviyorum…”
O kadar özensiz ama o kadar kesindi ki üslubu, sanki ‘iki kere iki dört eder,’ demişti.
Galiba, ben ona olan sevgimi bile özensizleştirmeye kıyamayacak, iki kere ikinin dört ettiği gerçeğinin kesinliğini bile yakıştıramayacak kadar uçsuz bucaksız seviyordum onu. Zaten onun için olmuyordu bu iş. O beni kesinlikle, düşünmeye gerek kalmayacak kadar seviyorken; ben…
Tamam da; benim sevgim ne işe yarıyordu? İki kere ikinin dört ettiği gerçeğiyle insanlar teknolojinin, bilimin hakim olduğu sapasağlam bir dünya kurmuştu. Ya benim o uçsuz bucaksız ama… tuhaf, temelsiz… sevgimle?
Bir çift dahi birleşememişti.
Hasılı kelam, iki kere iki dörttü, ve ben onu seviyordum.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir