Işıktan vücudu eğilmişti. İnsan gözüne görünemeyecek kadar şeffaf olsa da onu görebilen gözler için bitkin düştüğü ayan beyan ortadaydı. Keşke ne hâlde olduğunu görmesini istediği tek insana görünebilseydi. Keşke!
Oysa o daha görebileceği şeylerin bile farkında değildi ki.
Nurdan yapılmış incecik bir zemine, gri hareketli gölgeler gibi bir mürekkeple yazardı. Daima…
Yani en azından o ana dek tüm ömrü boyunca böyle yapmıştı. Çünkü yazmak için yaratılmıştı. Yazdıkça hatırlamak için.
O, yaşayan tüm insanların sayısı kadar olan yazıcılardan biriydi. Bazı kültürlerde onlara “melek” derlerdi ama görevi yazmak olduğu için “yazıcı” demek çok daha doğru olurdu.
Ama yazamıyordu işte. Normalde ancak insan öldüğünde yazma işine ara verirdi. Sonra ruhuyla o yazdığı ruloyu diker, sonra unutturma delgeçiyle delip ruhundaki klasöre kaldırırdı. Yani aslında pek klasöre benzemezdi ruhlar. Bir tür şerit dense çok daha uygun düşerdi herhâlde. Deri bir kayış görünümündeydi. Bu kayışa yazılıp bitmiş bir sürü ruh asılı olurdu. Diğer rulolar tarafından görülemeyen ve anımsanmayan binlerce yaşam vardı aynı ruhun üzerinde asılı olan.
Her rulo bitiminde bir tartıda tartılıp ona göre diğer yaşamına karar verilen, rulonun kalitesinin o zaman belirleneceği bir kontrolden geçerdi. İşte bu tartı, ruhun unuttuğu bu rulolardaki her tür ayrıntıyı fark edebilirdi.
Her şeyi yazardı yazıcı. İç sesleri ve düşünceleri tireler içinde, yeri konumu ve hareketleri parantezler içerisinde, ağzından çıkan şeyleri de çift tırnaklar arasında yazardı. Rüyaları da köşeli parantezlerin arasına kondurmayı ihmal etmezdi şüphesiz.
Oysa şimdi bir parantez bile açamıyordu. Hiçbir kıpırtı yoktu ki…
Zamanını bile hesaplayamadığı kadar uzun süren hayatında ilk defa, ilk defa başına geliyordu bu. Nasıl olur da bir insan için yazacak hiçbir şey olmazdı? Ve bu insan buna rağmen nasıl oluyor da soluk alabiliyordu? Cebinden abanoz karası iğnesini ve ruh beyazı makarasını çıkarttı. Ama yapamazdı, yasaktı! Vücut daha ölmemişti. Bir an bile durmayan elleri ilk defa böyle yorgun düşmüş, titriyordu. Oysa anlar boyunca hiç durmadan yazmış olan bu eller daha önce bir kere bile titrememişti.
Bu nasıl olabilirdi?
Ve yazıcı, hep önüne bakmaya alışık, parlak gözlerini kaldırıp ilk defa diğerlerine baktı.
Heyhat!
Onun gibi boş duran binlercesi, milyonlarcası vardı!