Kim derdi ki yaptığımız bu hareketin hayatımızı kurtaracağını? Hem de sadece bizim değil, dünyamızdaki tüm insanların kurtulacağını?
Beni gün henüz ışımaya başlamışken dürterek uyandırmış, yüzüme bakmıştı. Bu gözleri, bu minnettar ifadeyi hatırlıyordum. O, kurtardığım ilk mahkûmdu. Taksi şoförü bir kadın. Müşterisini öldürdüğü söyleniyordu. Deliller ikinci dereceydi ama yargıç, idam cezası vermişti ona. Yargıcın kadınlardan nefret eden bir adam olması tesadüf müydü? Bir de kadın bir taksi şoförünün varlığını mahkemede ayan beyan sorgulaması.
***
Hiçbir şeyi tam olarak bilemediğimizi söylerken ne kadar da mütevazı görünürüz değil mi? Oysa bunu söyledikten belki on beş dakika sonra, yargıç kürsüsünde mesela birisinin kalemini kı- rıvermişizdir. Yani tabii ki hepimiz yargıç değiliz ama ben öyleyim. Kendi adıma konuşuyorum.
Benim işim bu, yargılamak.
Ne sanıyorsam kendimi!
Köklü ve zengin bir aileden gelmiştim. Bir hâkim olmam hiç zor olmamıştı. En iyi eğitimi aldım. Başarılı, zeki ve çalışkandım. Aynı zamanda ve en önemlisi de kızgın… Fikirlerim, ideallerim vardı ve dünya bunlara epey ters düşmekteydi. Diğer birçok insanın aksine, dünyayı değiştirmek için elimde tüm imkanlar mevcuttu.
Ben olsaydım merak ederdim. Ailecek bu kadar kudretliyken nasıl olur da mütevazılıktan bahseder, onu savunurdum? Hem de mesleği yargılamak olan biriyken. Akıllı insanların merak etmeden doğrudan doğruya tahmin ettikleri üzere, yetiştirilme tarzından ileri geliyordu mütevazılığım. Doğduktan sonra, temel ihtiyaçlarımızın karşılayabileceğimiz kısmı hariç, birçok şeye kendi emeğimizle ulaşmamız gerekiyordu. Hiçbir zaman zenginliğimize güvenmememiz bir şekilde sağlanıyordu aile büyüklerimiz tarafından. Kaç nesil böyle yetiştirilmiştik biz. Gereksiz yumuşaklık hiçbir zaman desteklenmezdi; keza gereksiz sertlik hoş görülmezdi. Ailemizi desteklemek için değil, toplum için iyi yerlere gelmeye çalışırdık. Eğer aile içinde kendi çıkarlarına göre davranan birisi olursa kendi ellerimizle yapmamız gerekeni yaptığımız vakiydi.
Bu mesleğe, her zaman kötü bir yargıç olsam da iyi bir hâkim olma umuduyla girmiştim. Bir de insanları ölümden kurtarmak için.
İyi bir hâkim, asla en doğru kararı veremeyeceğini bilir ve bunu kabul etmiştir. İyi bir hâkim olmak demek, bildiği kadarıyla en uygun, en çok kişi için en yararlı ve topluma kazandıra- bilen, toplumun bozulmasını bir nebze de olsa engellemeye çalışan bir karar vermeye çalışmak demektir benim için. Bir hâkim hiçbir zaman bir kahraman değildir çünkü ne yaparsa yapsın bir yerde yanlış bir etkisi olacaktır verdiği kararın. Ben bunu baştan bilerek ve bundan nefret ederek istemiştim bu mesleği. Çünkü her ne kadar kahraman olamasam da birkaç kişiyi etkileyebilme ihtimalim vardı. Zaten kahraman olabilmiş birisi var mıdır bu dünyada destanlardaki kahramanlardan başka? Hele o günlerde.
O zamanlar çok fazla suç işleniyordu çünkü insanların ellerinden tüm normal olma şansı alınmıştı. Belirli sınırlar içerisinde yaşamak zorundaydık. Bu sınırların içinde de ancak şanslı olanlar yaşayabiliyor, diğerleriyse suça doğuyorlardı. Benim misyonumsa, idam cezalarını en aza indirgemekti. En azından kendi bölgemde.
Diğer yandan, insanlara iflah olmaz bir idam meraklısı gibi görünmeme neden olan bir alışkanlığım vardı. Tüm idamlara, dünyada yapılan tüm idamlara ya gider, ya da adam gönderirdim. Kaçırdığım idam olursa günlerce yas tutardım. Böyle olunca da diğer insanlar benim kana susamış olduğumu düşünüyorlardı nedense. Oysa temelsizdi bu düşüncelerei. Nihayetinde kana susamış bir yargıç kendi kararlarında da devamlı idam kararı vermez miydi? Oysa insanlar, benim kendi kararlarımda pek nadir olarak idam kararı vermemi, kurnazlık, kana susamışlığımı gizlemek için bir tür kılıf olarak düşünmeyi yeğliyorlardı. Onlar her şeyin en kötüsünü düşünmekte mahirdi çoğu zaman. Çünkü kötümser ve korkaktılar. Bakın, onları yine yargılamaktan kendimi alamıyorum bir türlü. Ne de olsa benim tuzum kuru, ben nereden bileceğim onların koşullarını öyle değil mi? Evet, ben de pek çok zorluk yaşadım. Hepsi de gerçek, bedel ödediğim şeylerdi. Ne olursa olsun, benim onlarla gurur duyduğum bir ailem vardı ve yalnız değildim. Yalnız olmak çoğu zaman kötümser olmasına neden olur insanın. Kötümser düşündüğünde de kötü şeyler yaparsın. Bu kadar basittir işte insanın yıkımının mekanizması. Ben, idamlara bu mekanizmayı bozmak için gidiyordum. Yok, onları iki saniye mutlu etme yanılgısına düştüğümü sakın düşünmeyin. O kadar yüzeysel biri olduğumu düşündüyseniz, zaten hiç şansınız yok beni anlamak için.
Çok daha faydalı bir amaç için yanlarına gidiyordum ben. Hem de benim için değil, onlar için yararlıydı bu amaç. Başta da demiştim ya, bir hâkim olmayı, insanları ölümden kurtarmak için istemiştim. Elbette bir kahraman değildim. Eğer kahraman olsaydım, ölüm cezalarının verilmesini engelleyebilirdim. Oysa ben, sadece insanları, birer birer kurtarabiliyordum. Onun için kibre kapıldığımı lütfen düşünmeyin. Aksine, kurtaramadığım bir kişi bile olursa, kendimi büyük bir depresyona girerken buluyordum. Buna rağmen, yine de merkeze kendimi alıp günlerce depresyonda kalmıyor, kararlarıma ve bir sonraki idama fırlatıyordum zihnimi. Zihnimin gittiği yere bedenim de eli mahkûm gidiyordu.
***
Bu kadının burada ne işi vardı? O başka bir yerde olmalıydı. Asla bana ulaşamayacağı bir yerde…
‘Sen! Nasıl!’
‘Çabuk ol! Gitmemiz gerekiyor! Bu kez de seni benim kurtarmam gerekiyor.’
‘Nereye? Neden!’
‘Haydi, vakit yok! Annen de burada. Bir giriş açtı.’
***
İnsanları nasıl mı kurtarıyordum?
Dedim ya, ailemde bilim insanları çoktu. Annem paralel evrenler üzerine çalışan bir bilim insanıydı. Bu işi oldukça ilerletmiş, bir tür nakliyeci oluvermişti. İstediği şeyi istediği yere, uygun koşullardaki uygun paralel evrenlere sevk edebiliyordu.
Eh, artık anlamışsınızdır insanları nasıl kurtarabildiğimizi.
Üç ağabeğimden biri de 3D yazıcı operatörüydü. İdama mahkûm edilen insanların bedenlerinin aynısını yapıyor ve kimsenin şüphelenmemesini sağlıyordu. Zor bir işlemdi idam mahkûmlarını kurtarmak. Buna rağmen pek az kaybımız olmuştu, kendimizle gurur duyuyorduk.
Kim derdi ki yaptığımız bu hareketin hayatımızı kurtaracağını? Hem de sadece bizim değil, dünyamızdaki tüm insanların kurtulacağını?
***
Onunla birlikte, onun olduğu evrene gitmiştim. İçten içe hep istediğim yere.
Hâkimliğimin ilk senesiydi. Onunla taksisine bindiğimde karşılaşmıştık. Bir tek cümle başlatmıştı her şeyi. Ya da o cümle sadece bir bahaneydi. Bunu bilemem ama o cümleyi aynı anda sarf ederkenki halimizi unutamam. Onun ne olduğunu paylaşmana gerek yok. Alelade bir cümleyi büyüttüğüme şaşırır, küçümseyen gözlerle bakarsınız yazdığım harflere, beni tepeden tırnağa süzercesine.
Sonra görüşmeye devam etmiştik . Sonra da tutuklanmıştı. İdam edilmesin diye aklıma gelmişti bu fikir. Ardından diğer insanlarla devam etmiştim.
***
Şu an, konforlu bir yerde, nasıl koşulları olduğunu annem bile tam olarak bilmese de son derece rahat bir evrende, bunları yazarken düşünüyorum. Söz ettiğim kurtarma hareketini koordine ederken bir karşılığı olabilme ihtimalini aklıma getirebilmiş miydim? Dini açıdan belki. Hoş, bir dine inandığımı tam olarak söyleyemem ama. Uzun uzun anlatmaya hiç gerek görmediğim inancıma göre mutluluğumun gerekli bir karşılık olduğuna inanıyordum. Bu da bir tür karşılık beklemek değil midir? Tek farkla, ben beklediğim karşılığı anında alıyordum ve herhangi bir sorun olmadan kapatıyordum bu mevzuyu. Oysa kurtardığım idam mahkûmlarından bizzat karşılık almayı zerre kadar beklememiştim.
İki küçük kız kardeşimden birisinin bir iletişim şirketi vardı. Canları sıkılmasın, kendilerini yalnız hissetmesinler, ortak noktalarını paylaşabilsinler diye, mahkûmlar arasında iletişimi sağlayabilecek bir servis icat etmişti. Paralel evrenler arası bir hizmetti bu dolayısıyla. Büyük bir icat. Basit ama insanca bir düşünce sonrası çıkan devasa icatlardan sadece birisi. İşte bu icatlardan sonra, gerçekten haksız yere idam kararı alınan bir bilim insanının başka bir paralel evrene taşındıktan, yani hayatı kurtarıldıktan sonra tespit ettiği bir felaket üzerine, onun, bir tek adamın, tüm mahkûmları örgütlemesi sayesinde insanlığın kurtarılmış olması mucize değil de neydi? Annemin de önemli katkıları vardı elbette.
Bu felaket, bir grubun yapmış olduğu bir deney sonucu, dünya yüzündeki tüm biyolojik yapının yavaş yavaş zarar görmesine neden olan, aptal bir virüsün oluşmasıydı. Dünyada sadece insanlar mı vardı? Oysa kurtarılan sadece insanlardı. Peki bu doğru bir karar mıydı? En doğrusu muydu? Hayvanlar ve bitkilerin ne suçu vardı? O bilim insanı da büyük bir azapla bir hâkim gibi davrandı ve dünyadaki insanları, yani bizi, tıpkı bizim yaptığımız gibi ama çok daha fazlasını yaparak kurtaran bir hareketi planladı. Mahkûmları işbirliğine ikna etti ve bizi hep birlikte kurtardılar.
Onları ölüme mahkûm eden insanları ya da zihniyeti ayırt etmeden.
Diyelim ki, bu yazdıklarımı yıllar sonra biri okuyacak. Muhtemelen utançtan tarihe bile değiştirilerek yazılan bir olay olacak bu. Ne düşünecek peki? Nasıl bir sonuç çıkartacak? Her şeyin bir karşılığı olduğunu mu düşünecek? “Demek her şey, bir şekilde iyilik olarak gelebilir insana. Mahkûm ama.” mı diyecek?
Yüzeysel bir insansa aynen böyle düşünmesi çok akla yakın.
Ya yüzeysel değilse?