28.07.2018

Kış mevsimi olmasına rağmen havalar son derece ılık seyrediyordu. Yine de epey yağışlıydı ve nemin olduğu her yerde olduğu gibi etrafta salyangozlar kol gezmekteydi.
Onlara basıp o diş kamaştırıcı çatırtıyı ayaklarımın altında duymaktan takıntılı bir biçimde korkmaktaydım. Bir kere olmuştu çünkü. Gerçekten bir salyangozu ayağımın, o lanetli sağ ayağımın altında ezmiştim.
O sert kabuğun altındaki sümüksü madde… Onu hayal etmek bile… Hayatımda hiçbir şeye acımamış olan ben, bu yaratıklara acıyordum. Bu kadar savunmasız oluşlarına. Bir tuz taneciğinin yumuşacık bedenlerini çözüverişine sözgelimi…
Acımak, bana gökteki yıldızlar kadar uzak olduğundan, düşünce ufuklarıma kadar dolduruyordu zihnimi bu yaratıklar. Attığım her adımda onları düşünür olmuştum.
Bir ağacın kovuğundan çıkarken gözüme ilişmişti birisi bir gün. Ağacın kabuğunun üzerinde alametifarikası olan o sümüksü izi bırakarak yürürken daha önce görmediğim bir kadınla gözlerimiz çakıştı.
O da ona, aheste ve mağrur yürüyüşüne bakmaktaydı.
“Bunların çift cinsiyetli olduğunu biliyor muydunuz,” dedi hâlâ şaşkın kalan bir ses tonuyla.
Biliyordum tabii.
İşte o zaman, kendime acımaya başladığım an oluvermişti. Acaba gerçekten kendime acıyor muydum; yoksa salyangoz fikri mi herhangi bir şekilde herhangi birisine acımamı sağlamıştı? Yani salyangozun kendisi bile sadece acımam için yeterli miydi acaba? Yoksa gerçekten çift cinsiyetli olamadığım için salyangozu kıskanmış mıydım?
Belki de; bu kadar aşağı bir yaratığın iki cinsiyetin bilgisini de alabilmesi bana haksızlık gibi görünmüştü.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir