Eve gitmek istemiyordum. Beni ölümcül bir şey beklemiyordu evde. Gitmek istemememin nedeni tehlikede olmam değildi. Sadece can sıkıntısıydı. Canımın sıkılmasının nedeni de komşularımdı. Daima beni lafa tutan yaşlı bir adam vardı kapının önünde ve benim geliş saatlerimi beklemek için resmen nöbet tutmaktaydı bahçede. Neden benimle konuşmak istiyordu anlamıyordum. Sohbetim öyle ahım şahım değildi ki. Hatta adamın sorularına kısa ve belirsiz yanıtlar veriyor, konuşmayı genişletebilecek her şeyden kaçınıyordum. Bazen neredeyse onu terslediğim bile oluyordu. Tüm bunlara rağmen, benimle konuşmaya çalışmaktan bir türlü vazgeçemiyordu, geçmiyordu.
İnsanların konuşmak isteyeceği bir insan değildim ben. Az konuşurdum. Çoğu zaman dinlemezdim bile. Yani şu az konuşup çok dinleyen budalalardan da değildim. Rahat bırakılmak istiyordum çünkü. İnsanları pek dinlemesem bile, açıktan açığa kaba olacak kadar serbest hissetmiyordum kendimi. Evet, kaba olmayı istediğimi rahatlıkla itiraf edebilirdim. Bununa birlikte, kaba olmaya cesaret edemediğimi de söyleyebilirdim aynı samimiyetle.
Aslına bakılırsa, istediğim kadar kaba olayım, adamı görmezden gelmediğim müddetçe benimle konuşmaya devam edecekti. Sıklıkla görmezden gelinen birisi olarak bir başkasını görmezden gelmek bana göre hiç de ahlaki değildi.
Bir gün, yaşlı adamla konuşma fikri o kadar sıkıcı geldi ki, gece yarısına kadar oyalanıp eve neredeyse saat 01:00 gibi gittim. Zavallı adam, beni beklerken uyuyakalmıştı kapının önünde. Beni yine lafa tutmasından korksam da; öylece uyumasına göz yumamazdım. Apartman epey soğuktu.
Uyandırmak için yanına gidip elimi omzuna koyup hafifçe sarstım. Elimin omzundaki baskısıyla uyandı. Göz göze geldiğimizde, beni tanıyan gözlerle gülümseyip:
“Geldin mi?” dedi.
Bu soru her zaman tuhaf gelmiştir. Bu an hariç… Neden bilmiyorum ama o an, verilecek en iyi, belki de tek tepkiydi.
Karşılık olarak ona gülümsediğimde, gözlerini bu kez son defa kapadı.