Her gece rüyamda bu pazara gidiyordum. Tuhaf yaratıkların bir şeyler alıp sattığı, tuhaf şeylerin alınıp satıldığı bu pazara…
Şu ana kadar hiçbir şey satın almamıştım. Korkuyordum. O kadar tuhaf şeyler vardı ki… Tekinsizdi çoğu. Alıp kullandıktan sonra başıma geleceklerden ürküyordum. Bu pazarda para geçmiyordu. Almadan önce satıcı bir bedel söylüyordu, ödeyebilirsen alıyordun. Bu kadar basitti.
Neler yoktu ki!
Kehribarın içine hapsedilmiş renkli bir kuş tüyü hatırlıyordum rüyalarımdan. Tüm güzel sesli kuşları yanına çağırıp en güzel performanslarını dinlemeni sağlayan. Gördüklerimin en zararsızlarından. Bedeli de bir ay boyunca konuşamamak olan. Sonsuza kadar çalışan bir şey için bir ay, oldukça makuldü.
Sivilcelerini sonsuza kadar kurutan bir taş vardı. Yutman yeterdi ve bir tane sivilcen olmayacaktı. Bedeli, ayaklarının altının yılan pullarıyla kaplanmasıydı.
O pazarda bir şey vardı ki, her gidişimde oradaydı ve her defasında başında bana saatlerce gelen bir süre bekler ve düşünürdüm. Bedelini, onu… Ve karşılaştırırdım…
Küçük bir sinek kuşuydu. Konuşabiliyordu, tartışabiliyordu, dinleyebiliyordu… Hasılı, gerçekten iyi bir arkadaşın olabileceği her şey olabiliyordu. Tek olamadığı, insan olamamaktı. Bir sinek kuşuydu…
Onu satan tuhaf yaratık, bir karıncayiyene çok benziyordu, bedelinin çok az olduğunu söylemişti. Zaten içerdiği şeyde bedelini taşıdığını…
“Yalnızlık,” demişti.
“Bu kuşun bedeli başka bir arkadaşa ihtiyacının kalmayacağını düşünmek olacak…”