07.06.2018

Tek başıma oturduğum alçak duvara bakıyordum. Bir bahçeyle yolu sadece ayırmak için örülmüş bir duvardı. Tehditkar değildi, uyarıyordu sadece. Rica ediyordu.
“Burada bir bahçe var ve bahçedekiler bunu bilmenizi istiyor haberiniz olsun.
Buyurun, üzerime de oturabilirsiniz. Belki bir şeyler yer, bir şeyler okursunuz. Yalnız çok rica edeceğim, bahçeye girmeyin. Belli mi olur, belki ayağınızla yeni bitmekte olan bir çiçeği eziverirsiniz. Yazık değil mi? Topunuzla bir gülün dalını kırıverirsiniz belki. Kedilerin, köpeklerin başımızın üzerind yeri var. En kötüsü bir kökün dibine tuvaletlerini yapıp toprağı eşerler. Ne güzel, gübre olur oncağızlara da. Bir de kuşlar gelir. Onlar da buyursunlar gelsinler. Zaten bir bahçenin, bir ağacın süsü kuştur…”
Sanki bunlar, duvarın her bir taşında harf harf, yazıyor, dalga dalga çınlıyordu. Çınlamıyordu, fısıldıyordu. Sakin bir yapısı vardı duvarın. Mütevazıydı. Taşları yumuşaktı. Yani elini sürdüğünde pürüzsüz ve yumuşak bir his veriyordu. Soğuk kış günlerind güneşin ısılarını saklayıp; üzerinde dinlenen canlılara sunuyordu. O kadar da cömertti işte.
Bu duvarla geçmişimiz çok eskiye dayanıyordu. Altı ya da yedi yaşıma… Şimdi on dokuz yaşında olduğumu düşünürsek, bu duvarın üstünde büyüdüğümü söylesem abartmış olmam sanırım.
Komşumuzun bahçe duvarıydı. “Duvarıydı,” derken hikâye etmek için değil, geçmişten bahsetmek için diyorum. Babam komşumuzun evini satın alınca bahçe duvarı da bizim olmuştu. Bir şeye sahip değilken benim olması ve sahip olduğumda onu kaybetmek… Bu çok az rastlanabilir bir şeydi bana göre. Ne var ki, bu durum tam da öyle bir durumdu. Bahçeyi satın alır almaz duvarı yıkmaktan, hatta evi yıkıp büyük bir ev yapmaktan söz ediyordu babam. Ona duvarı yıkmadan bir çözüm bulmasını söylediğimde bana tuhaf gözlerle bakıp nedenini sormuştu. Aslında söylemek istemiyordum ama işin ucunda duvarımdan olmak vardı. Onun için bana ne kadar tuhaf bakarsa baksın söylemeye karar verdim. Duvarı sevdiğimi ve onun üzerinde kitap okumaktan hoşlandığımı falan söyledim işte. Tabii ki her şeyi anlatmayacaktım.
Yine de yetmemiş, babam kararından vazgeçmemişti. Duvar yıkılacaktı.
Yıkıldı…
Taşlarını saklayıp başka bir şey yapacaktım. Teker teker taşıdım. Parçalanmışlardı; ama onun taşlarıydı. Korumaya ve yeniden kullanılmaya layıklardı. Her birinin anısı vardı. Üzerlerini oymuştum bazılarının. Küçük bir keskiyle bir şeyler kazımıştım. Bazılarına gözyaşlarım dökülmüştü. Renkleri falan değişmemişti ama belki mor ötesi bir ışıkla bakarsanız, gözyaşı damlalarımla yazdığım isimleri ve fiilleri okuyabilirdiniz.
Çok güzel bir evimiz olmuştu babama göre. Oysa ben artık evin dışında vakit geçirir olmuştum akşamları. Taşların yanı başında, onları başka bir hâlde hayal ederek; üzerlerinde oturup kitap okuyarak.
Gündüzleri de iki yıllık bir üniversitede Diş Protez Teknolojisi Bölümü’nde okumaktaydım. Öyle başarılı bir insan olmamıştım hiç ama çok okumuştum. Cesaret edebilsem belki de iyi yazacaktım ama duvarıma anlatmak yetiyordu bana. Yani bir sanatçının izlenme, beğenilme ve önemsenme arzusuna sahip değildim.
Bir akşam eve geldiğimde, yani duvarımın yıkıntılarının yanına gittiğimde, orada hiçbir şey olmadığını gördüm. Yoktu… Taşlar kaldırılmış, arkalarında bir kırıntı dahi bırakılmamıştı.
Babama sorduğumda hiçbir şey söylememişti ama ben onun bir şeyler yapmış olduğunu anlamıştım.
En büyük tesellim onlarla başka bir şey yapıldığı ihtimaliydi. Belki babamın onları attığı yerden alıp alçak duvarlara taş olarak kullanılmıştı bir kısmı. Belki de bir köpek kulübesi. Bir çiçeğin etrafındaki küçük taşların arasındaydı bir kısmı da…
Taşlar olmayınca neye anlatacağımı bilmediğim için kağıtlara anlatmaya başladım derdimi ben de. Aklıma ne gelirse, ne anlatmak istersem yazdım defterlere. Keskiyle taşlara yontmak yerine, içimdekileri defterlere çizdim kalemle.
Defterlerimi koyacak bir şey ararken; onu gördüm. Taşlardan örülmüş bir kütüphane…
Duvarımı bulmuştum.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir