13.11.2018

Gri, pürüzsüz bir yumurta bulmuştu yerde. Yumurtayı eline aldığında üşüdü. Sanki içindeki ölmüş, yumurta ise ölen yaratığın mezarı olsun diye yaratılmıştı. Ölmeye doğuyordu sanki yumurtanın içindeki. Acaba neydi yumurtadaki? Bir kuş mu? Bir sürüngen mi? Bir böcek mi? Yoksa çağlar öncesi bir yaratık mı? Bir dinozor mu sözgelimi… Hiçbiri değildi. Zamanı gelip yumurta çatladığında, gri bir boşluk uzattı başını dünyaya. Boşluk tatlı tatlı sesler çıkartmıştı yumurtadan ilk çıkışında. Eğer görünse kesin anlaşılacaktı ki, yumurtadan yeni çıkmış her canlı gibi ıslak, bir kuş yavrusu gibi tüysüz, Bir yılan gibi yumuşacıktı. Sonra büyüdü boşluk… Ve öldü dünya…

Okumaya Devam Et

07.08.2018

Şu “İnsan” denen mahlukatı bir türlü anlamıyorum ben. Bu arada kim bilir bu şekilde başlayan kaç konuşma ya da yazı vardır… İnsan nasıl kendisinin mensubu olduğu bir şeyi bu kadar yanlış anlayabilir; ya da hiç anlamaz, onu da anlayamıyorum. Belki de işimize gelmediği için anlayamıyoruzdur. Tembel olduğumuzdan yani. Anladığımızda değiştirmek zorunda kalacağımızı bildiğimizden belki de… Her ne ise… Ben sizlere meramımı anlatmak için başladım ve bitirdiğimde belki de anlamış olacağız hep birlikte. Belki öylesine tesirli olacak ki sözlerim, tembel olan tüm zerreleriniz karıncalanacak ve bir bakmışsınız ki, kan oralara hücum ederek oraları da çalışabilir hale getirmiş bile. Umut fakirin ekmeği …

Okumaya Devam Et

22.07.2018

Küçük bir köpek yavrusunun viyaklamalarını duyduğunda, otobüsten henüz inmişti. Evine doğru yürüyecek yaklaşık yirmi dakikalık yolu kalmıştı. İki elinde de yaptığı alışverişten aldıkları bulunmasına rağmen sese yöneldi. Yavru bir köpek, bir ağacın altında öylece kıvrılmış inliyordu. Elinde torbalar vardı. Köpeğe yardım edemezdi. Etmedi. Ölüme yaklaşmışken; belki de bir saat sonra ölecekken; hayatını bir film şeridiymiş gibi zihninde çevirirken; tam o sahnede hayıflandı. Keşke elinde torbaları varken sese doğru gitmeseydi.

Okumaya Devam Et

12.07.2018

Bir köpek yavrusunun inleyişini duyduğunda dahi onu hatırlıyordu. Aslına bakarsanız çok doğaldı bu tür bir sesi duyduğunda onu hatırlamak; çünkü hatırladığı, doğurduktan birkaç gün sonra öldürdüğü bebeğiydi. Kendi elleriyle öldürdüğü… Neden öldürmüştü kendi bebeğini vicdan azabından delireceğini bile bile? Çünkü varlığı kendi varlığını tüketecekti. Anlamıştı bunu ve bununla baş edemeyip öldürmüştü onu bir an bile düşünmeksizin. Gece rüyalarında, gündüz hayallerinde onu görse de tuhaf bir şekilde, hiçbir şey olmamış gibi yaşayabilmiş, ta derinliklerinde ferah kalabilmişti. Yıllar geçmişti ve eşinin tüm ısrarlarına rağmen bir bebeği dünyaya getirmemek konusunda bir adım dahi geri atmamış ama vicdan azabıyla kıvranmış, bir taraftan da ferah …

Okumaya Devam Et

10.06.2018

Yavru akbaba yuvasından çıkmazsa öleceğini biliyordu. Anne ve babası gelmemişti ve tek başına kalmıştı. Diğerleri ya düşerken ya da açlıktan ölmüştü. Zaten yuvadakilerin leşlerini yiyerek hayatta kalmıştı. Kanatları da uçabilecek olgunluğa gelmişti ölen kardeşleri sayesinde. Öyleyse uçmalı, başka leşler aramalıydı. Leş yiyerek beslenmek zorundaydı yavru akbaba. Kimse onun seçimini sormamıştı ki. Zaten sorsaydı da başka bir tercihi olmazdı. Annesi söylemişti; “Herkes seni leş yediğin için yargılayacak, takma kafanı,” diye. Sesinde ezeli bir bıkkınlık vardı bunu söylerken. Gerçi çoğu zaman öyleydi. Bıkkın olmadığı zaman da öfkeli olurdu annesi. Muhtemelen her adımında, yediği her leşte yargılanmasıydı öfkesinin sebebi. Diğerlerinin yargılaması önemli değildi. …

Okumaya Devam Et

17.05.2018

Farecik, insanlar arasında olmaktan son derece mutsuzdu. Onlar ona çok yakışıksız görünüyordu. O çığlıkları, o iğrenen, kocaman bir bebeğin yapabileceği saçmalıktaki devasa çırpınışları, o saygısızlıkları… Ah o saygısızlıkları! Küçük ve iğrenç bir şey olarak görülmenin onda uyandırdığı rahatsızlık yetmezmiş gibi, insanların bulunduğu yerlere yakın olmak zorunda kalışı deli ediyordu onu. Mecburdu; çünkü ancak insanların olduğu bölgelerde yemek bulabiliyordu. Zaten insanların bulunmadığı bir bölge yoktu ki. En azından onun ayaklarının gidebileceği mesafelerde… Kum gibi insan vardı ve her biri bir kum tanesinden oldukça büyüktü. Bir de farelerin çok fazla doğurduklarını söylerlerdi utanmadan. Evet, dinlerdi farecik insanları. Onların aksine, dinlemeyi severdi. Bir …

Okumaya Devam Et

13.03.2018

Kurbağa vıraklamasına benzeyen bir ses… Nereye gitse bu sesi duyuyordu ve sesin nereden geldiğini bir türlü bulamıyordu. Altı saniye aralıklarla… Saymıştı. Hatta bununla kalmamış, saniye gösteren bir saatle kontrol etmişti. Altı… Tam altı saniyede bir, bir vıraklama duyuyordu. Başkasının bu sesi duymadığını söylemeye gerek bile yoktu elbette. Bu ses eşliğinde uyumayı öğrenmişti artık. Alışmıştı bu sese. Alışmak zorunda kalmıştı. İnsan neye alışmıyordu ki… Aslında kendisini alıştığına dair telkin ediyordu ve bunda oldukça da başarılı oluyordu. Yani biraz kendisini bıraksa büyük çapta bir nöbet geçirebilirdi. Kurbağa sesi… Oldukça ürkütücü bir sesti. Düşük seviyede olmasına rağmen tehditkar geliyordu kulağa. ‘Bana dokunursanız elinizde …

Okumaya Devam Et